29 Şubat 2020 Cumartesi

2-GERÇEĞİN GÖLGESİ


GERÇEĞİN GÖLGESİ
Gerçeğin bilgisi deneyle başlar deneyle biter.
ALBERT EİNSTEİN

Bir bilim insanı “gerçeği, yalnızca gerçeği aramalı.” demiştim bir önceki yazımda. Bu yazı ise “fakat gerçek görecelidir.” diye kendimle tartışan iç sesime bir yanıt niteliği taşıyacak.
DNA’nın çift zincirli sarmal yapısının keşfinin kimler tarafından yapıldığını pek çok öğrencimiz ve biyolojiye özel ilgisi olan okuyucular bilirler. James D. WATSON, Francis CRİCK ve Maurice WİLKİNS 1962’de Nobel Fizyoloji ödülü ile taçlandırdıkları çalışmaları ile hücre çekirdeğinde bulunan asitler hakkında pek çok karanlık noktayı aydınlatmış oldular.
Zamanla sağda solda bu keşif sürecinin bazı ilginç ayrıntıları da hayatıma girdi tesadüfen. Ancak aklın, çaylak zihnin, sakil[1] yaklaşımlarından onu eğiterek kurtulması, insanı kendi yaşamının gizli dönemeçlerinde bekleyen umacılardan[2] kurtulmasından daha zordur. Evet, önyargılardan bahsediyorum. Bir dostum şakayla karışık “önyargı iyidir, iyi önyargılar kişiyi düşünmekten alıkoyar.” demişti. Kurtarır diyecekti herhalde. Çok güvenilir olmayan (kaynağını şimdi unuttuğum) bir yazıda Rozalind FRANKLIN adında bir kristalografın[3] bu keşif ekibinde olduğu, aslında keşfin gerçek sahibi olduğu, (çünkü DNA’nın X ışınları ile ilk görüntüsünü almıştır) ancak kadınlara hele ki bilim kadınlarına hayli maskülen[4] bakıldığı bir zamanda adının ikinci plana itildiği (zaten 1962’ye ömrü de vefa etmemiş ve X ışınları onun ölümünü hazırlamıştır.) ve bu yüzden bu bilim insanına büyük haksızlık edildiği bilgilerini okudum. Üstüne bir de James D. WATSON’un yaşantısının ileri dönemlerinde ırkçı ve kadınları aşağılayan ifadeleriyle "Afrikalıların daha düşük zekâlı oldukları" yolundaki açıklamaları sonucunda New York'taki Cold Spring Harbor Laboratuvarı'nın başkanlığındaki yetkilerinin dondurulması bilgisine erişince[5] bütün feminist duygularım silahlanmış, kendi kendime James D. WATSON’ın, Allah bilir Rozalinda’ya olan karşılıksız kalan yakınlaşma arzularının ters tepmesi sonucu, (bu da edindiğim kaynağı güvenilir olmayan bir bilgi) onun adının tarihte anılmamasına yol açacak şekilde çabaladığını bile düşünmeye başladım.
Okuyucu beni affetsin, güya bilim dünyasındaki kepazeliklere tiksinti dolu aşağılamalarla ve ibretle bakarken duygusal davranmış ve öfkeyle yanlış fikirlere kapılmıştım. Ne zaman aydınlandı zihnim; gerçek kaynaklara ulaşınca. James D. WATSON “İkili Sarmal DNA yapı çözümünün öyküsü” adlı kitabında tüm süreci ve bu uğurda emeği geçen değerli bilim insanlarının da hakkını teslim ederek anlatmış. Özellikle Rozalind hakkındaki sözleri (sayfa 162) duygulandırdı beni. Hele ki 1962’deki Nobel tören konuşmalarında Rozy hakkında söylenen güzel sözler (aslında bu da kesinliği net olmayan bir bilgi ama ben inanmak istiyorum) yüzümün biraz daha kızarmasına neden oldu. "Gerçek, çizmelerini giyerken; yalan, tüm dünyayı dolaşırmış." Gerçeğin gölgelenmiş suretler içinden kendini gösterebilmesi için bilim insanının din, ırk, cinsiyet, ideoloji, doktrin[6] gibi bilimi perdeleyen unsurdan arınmış olması gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda bilim insanının tüm etkilerden arınarak, gerçeği, yalnızca gerçeği bulması ve saf, sade gerçeğe ulaşması nasıl olacak? Ya birden fazla gerçek varsa birbiriyle çelişen?
Bunun için başka bir hikâyeye göz atalım: 23 Mart 1994’te Ronald Opus isimli bir Amerikalının 10 katlı bir binanın 8. Kat hizasındaki cam silicileri için gerilmiş ağda bulunan cesedini inceleyen adli tıp hekimi, tuttuğu raporda onun kafasından yediği kurşunla öldüğü sonucuna vardı. Savcının intihar mı cinayet mi ikilemine ışık tutan bilgi, olay sırasında 9. Kattan silah sesi işitildiği bilgisi oldu. Silahın patladığı 9. katta yaşlı bir çift yaşıyordu. Bunlar, sık sık tartışırlar ve bu tartışmalar sonucu çoğu zaman ihtiyar adam, içi dolu olmayan bir silahla karısını tehdit ederdi. Olayın geçtiği gün, yaşlı karı-koca yine tartışmışlar, adam oldukça sinirlenmiş ve tabancayla karısını tehdit etmişti. Fakat ne olduysa boş olduğu sanılan silah ateş almış, ancak hedefi tam tutturamayan yaşlı adamın silahından çıkan mermi dışarda intihar etmekte olan Opus’a isabet etmişti. Boş silahın bir korkutma aracı olarak kullanılması yaşlı adamın bir alışkanlığı olduğu bilgisi üzerine önce cinayet şeklinde gelişen düşünceler, öldürme kastı olmadığı ve olayın bir kaza olduğu kanısıyla yön değiştirmeye başladı. Ancak araştırmalar derinleşince, ölümcül kazadan yaklaşık 6 hafta önce yaşlı çiftin oğlunu, silahı doldururken gören bir tanık ortaya çıktı. Anlaşılan o ki, oğlundan mali desteğini çeken yaşlı kadını bir kaza kurşunu ile öldürmesi için oğlu babasının silahını gizlice doldurmuş ve olayın gerçekleşmesini umarak bekleyişe geçmişti. Fakat bekleyiş çok uzun sürünce umutsuzluğa kapılarak intihar kararı almıştı. Aslında Ronald Opus’un 23 Mart günü binanın tepesinden atlayarak gerçekleştirdiği intihar girişimi, babasının silahından çıkan kurşun olmasa 8. Kattaki gerilen ağ yüzünden başarısız olacaktı. Ölümü, planladığı gibi gerçekleşmemişti. Dosya, önce intihar sonra cinayet ve tekrar intihar olarak yön değiştirmişti. Gerçek, bilgiyle aydınlanmıştı. Dosya, intihar olarak kapandı. Ancak bu kurşunun Opus’un babasının tuttuğu silahtan çıkmış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu onu katil yapar mı? Gerçek başka bir gerçeği gölgeler mi? Evet, ne diyeceksiniz?
Gerçeklerin birbirine karıştığı, gerçeğe nereden, nasıl ve hangi gözlüklerle baktığınız anda birden fazla gerçek arasında bocalayan akademik zihinler, bazen gerçeğin basit olabileceği ilkesini atlayabilirler. Gerçeğin ilkel toplumlarda ya da günümüz toplumlarında yaşayan kimi bireylerin ilkel zihinlerindeki yansıması olan düz mantıkla (gerçek acıdır, biber de acıdır, o zaman gerçek biberdir önerme zinciri gibi) karıştırılmamalı bu basit gerçeklik. Belki de bu aşağıdaki fıkra ile daha iyi açıklanabilir.
Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan[7] oluşan bir heyet bir araştırma için arazide bulunuyormuş. Yağmur birden bastırınca, bunlar da hemen yakındaki bir arazi evine sığınmışlar. Ev sahibi bunlara bir şeyler ikram etmek için biraz evden ayrılmış. Bunlar ev sahibini beklerken, dikkatleri soba üzerinde toplanmış. Soba yerden bir metre yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindeymiş. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair, kendi aralarında tartışmaya başlamışlar.
Kimyacı:
-Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini[8] düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış.
Fizikçi:
-Adam sobayı yükselterek konveksiyon[9] yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş.
Jeolog:
-Burası tektonik hareketlilik[10] bölgesi olduğundan, herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak, yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış.
Matematikçi:
-Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış.
Antropolog:
-Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle, sobayı yukarıya kurmuş.
Bu sırada ev sahibi gelmiş. Ona sobanın yukarıda olmasının nedenini sormuşlar. Adam demiş ki:
-Boru yetmedi!
Gerçeğin sizi üzmediği günler dileği ile…
İbrahim KARCILILAR - 2013



[1] Densizce kendini her ortama sokan, kendinden bıktıran, izinsiz şeyler yapan…
[2] Öcü, çirkin ve ürkütücü görünüşlü, korkulan şey.
[3] Mineralojinin bir dalı olup, minerallerin şekillerini ve içyapılarını X ışınları ile inceler.
[4] Fransızca masculin, anlamı “Erkek”. Burada “fazlaca erkek gözüyle” hatta “maço” anlamı taşıyor.
[5] http://tr.wikipedia.org/wiki/James_Dewey_Watson
[6] Belirli bir konuda aynı hedef için ortaya atılan düşünceler.
[7] Antropologlar tüm toplumları, kültürleri, insan kalıntılarını ve fiziksel, biyolojik yapılarını inceler.
[8] Bir tepkimenin gerçekleşebilmesi için aşılması gereken enerji değeri.
[9] Yükselen hava kütlesinin sıcaklığının çevresindeki havayı da ısıtması.
[10] Yerküre levhalarının hareketliliği.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YİTİK RUH

YİTİK RUH "İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cüm...