17 Haziran 2024 Pazartesi

YİTİK RUH

YİTİK RUH

"İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemelidir."
GOETHE 

Geçen bir cumartesi gününde evde kahvaltı hazırlıkları yaparken radyoyu açmayı unuttuğumuzu fark edip (mutfakta geçirdiğimiz zamanlarda mutlaka radyo açarız, güne türkülerle başlamak gibisi yoktur.) radyoyu açtığımda rahmetli Özay Gönlüm’den “Çöz de al Mustafa Ali” türküsü çalıyordu. Mutfak birden neşeyle doldu. Pencereden mutfağı aydınlatan gün ışığı ve balkona misafir olan küçük serçelerin cıvıltıları ile kahvaltı neşesi bir kat daha arttı. Uzatmayayım, bu bana okul dergisinde yazacağım yazı konusunda fikir verdi. Çıkış noktam, Aydın Boysan’ın “Uzun Yaşamanın Sırrı” adlı kitabının 23. sayfasında kültür üzerine düşüncelerini yazarken dile getirdiği sömürge karşıtı düşünceleri ile bilinen Fransız yazar Andre Malraux’un “Kültür, binlerce yıl süresince insanlara daha az esir olmaları için bağışlanan sanat-sevgi ve düşünce biçimlerinin toplamıdır” sözü olmalı diye düşündüm.

Yukarıda Goethe’nin bir sözünden oluşan epigrafı okuyanlar bu yazının hayatımızda kültüre ait olguların ne kadar yer kapladığına dair bir yazı olacağını tahmin etmişlerdir herhalde. Yazının bundan sonraki kısmını okumaya devam etmeden önce biraz hazırlık yapmanızı isteyeceğim sizden. Öncelikle sessiz, okurken rahatsız edilmeyeceğiniz, ilginizi dağıtacak çevre etkenlerinden yalıtılmış, mümkünse size huzur ve okuma hevesi veren, kendinizle baş başa kalabileceğiniz, ayrıca başkalarını da rahatsız etmeyeceğiniz (evinizdeki çalışma odası olabilir, yoksa eğer derhal misafir odası saçmalığından kurtulun derim.) bir mekân ayarlamalısınız kendinize. Seçtiğiniz mekânın mutlaka bilgisayar ve internet hizmeti olmalı. Eğer yoksa yazıyı burada bırakın lütfen, tat vermeyecektir.

Gerekli teknik donanım tedarik edildiyse, bilgisayarınızın sesini rahat işitilebilir bir seviyeye ayarladıktan sonra (bu seviye ihtiyaç hissedilirse arttırılabilir) rahat bir sandalye geçip bilgisayarınızı açın. Herhangi bir firmanın internet gezgini hizmeti veren programını açıp, adres çubuğuna şu web adresini yazın:
http://www.youtube.com/watch?v=Oc15dAe_o-4 
İlgili adreste “Tiffany Koo (Age 5) - Chopin Nocturne #20 C Sharp Minor” başlıklı bir video kaydı ile karşılaşacaksınız. Adres değişmiş ise, video hizmeti veren aynı web sayfasının arama motorundan başlık yazılarak video kaydına ulaşılabilir. 4 dakikalık video kaydını izleyin. Beş yaşındaki minik sevimli kız, Frederik Chopin adlı romantik dönem müzisyeninin meşhur “Nocturne” diye anılan eserini çalıyor. Aynı eser ünlü Holywood aktörü Adrian Brody’nin oynadığı “Piyanist” adlı filmde de (iyi filmdir, izleyin) kullanıldı. Sanatçı müzik tarihinin en iyi piyano müziği bestecisi olarak kabul edilir. Tek bir müzik aletini (piyano) kullanarak, Mozart, Beethoven, Bach gibi en büyükler arasında yer alabilmeyi başarmıştır.
Şimdi video kaydını bir kez daha açın ve aşağıdaki yönergeyi takip edin.
“20. saniyeye kadar -işte bunu anlatacağım- der gibi bir giriş yapıyor; sakin, dinlemeni ister gibi ama tevazu barındıran üslup ile. Sonra, melodi açılıyor. Notalar nasıl da naif, kırılgan, romantik… 1:01 saniyede şiirin yükselen nidası gibi coşuyor, her şeyi itiraf eden heyecanla asıl sorusunu yöneltiyor. 1:24’te sakinleşiyor, duru bir anlatımla heyecanını kısmen yitirmiş, ancak soruların cevaplarını alma umuduyla başka şeylerden bahsediyor, lafı yine aynı yere getirecek ama. Nitekim 2:06’da sakince soruların hepsini döküveriyor ortaya ve bir bitirişe benzeyen umarsızlıkla, fakat durulan heyecanına ara vermek ister gibi, her şeyi yeniden düşünmek isteyen bir durgunlukla tiz bir noktada askıda bırakıyor melodiyi. 2:36’da yeniden başlıyor. Bu sefer daha açık, daha net ve aydınlık. Daha önce vermediği detayları da işitiyoruz. 3:16’da bütün sorular yanıtlanıyor ve bitiriyor.”

Şimdi buradan başka bir yere zıplayalım. Konuyla ilgisi ve benim yaşımda olanlar bilirler. Jayne Torvill - Christopher Dean çifti ve Ravel’in Bolero’su. 80’li yıllar, ilk gençlik yıllarım. O sıralar tek kanal var. İlerde çoğalacak ama. Televizyon TRT’den ibaret ama dünyada nerede bir olimpiyat, dünya kupası, örovizyon şarkı yarışması vb. bir aktivite varsa hepsini izleyebiliyorduk. Kış olimpiyatları ve atletizm benim favorimdi. Buz pateni, alp disiplini, slalom, kızak, sürat pateni, üç adım atlama, sırıkla atlama, dört çarpı yüz bayrak yarışı gibi birçok yarışma dallarını öğrenmiş, Sergei Bubka, Carl Lewis, Katerina Witt, İgor Bobrin gibi sporcuları hayranlıkla izler olmuştuk. Buz dansında ise efsaneleşmiş İngiliz çift Jayne Torvill - Christopher Dean 80’li yıllarda yarışmaları bırakıp şampiyonluk bekleyen Natalia Bestemianova - Andrei Bukin çiftine yer açana kadar üst üste yıllarca şampiyon olmuşlardır. Hatta buz üstünde filizlenen bir aşkın da tarafları olmaları nedeniyle seyirci nezdinde fazlasıyla popüler olmuş, film bile çevirmişlerdir. Şimdi tekrar bilgisayarınızın başına geçin ve aşağıdaki web adresini açın:
http://www.youtube.com/watch?v=t2zbbN4OL98
İlgili adreste “Torvill & Dean - 1984 Olympics - Bolero – HQ” başlıklı bir video kaydında çiftin Ravel’in Bolero’su eşliğinde 1984 Kış olimpiyatlarında sergiledikleri gösterisi yer alıyor. “Bolero’nun yan flüt ile ilkin çıplak olarak verilen tema melodisi ile 13. Saniyede iki kuğunun kur yapma töreni gibi başlıyor gösteri. Buz dansının müzikle olan birlikteliği ve ortaya çıkan bedensel uyum, senkronize salınımlar, estetik daha ilk saniyelerde izleyicinin takdirini topluyor. 1:02 saniyede gelişen tema melodisi aynı duyguları daha farklı kelimelerle anlatır gibi sanki. 1:42’de melodiye dansın uyumu ile nasıl nokta konulduğuna dikkat edin. (özellikle 1:45’te. Aslında eser daha uzun. Bu, yaklaşık dört dakikalık yarışmaya uyarlanmış hali. Sözü edilen tema giriş melodisi aslında farklı nefesliler ile tekrar ediliyor. İlgi duyanlar yine aynı video sağlayıcı firmanın web sayfasından “Bolero De Ravel Orquesta Filarmónica De Munich” şeklinde aratmaları sonucunda eserin orijinalini dinleyebilirler.) Sonra melodi açılıyor dansla birlikte. 2:38’den hemen önce müziğin ritminin dansçılardaki uyumu ve sonrasında müziğin yükselişiyle anlatımın yücelmesi sizi de duygulandırdı değil mi? 3:00’daki kuğuların süzülüşüne ne demeli? Muhteşem öyle değil mi? Ya o 3:16’daki su üstündeki kıvrak koşuşturma. 4:04’de melodi bir seviye yükseliyor, anlatımın şiirselliği, uyumu teklemeksizin hatasız devam ediyor. 4:25, anlatımın ve her şeyin doruğu ve muhteşem final. Lütfen puanlara bakar mısınız?” 

Etkilendiniz değil mi? İtiraf edin. Şimdi isterseniz biraz şiirden bahsedelim.
http://www.youtube.com/watch?v=SNkq5Pp4JR8
Yukarıdaki adres “Müşfik Kenter - Ben Orhan Veli” başlıklı bir kayıt. Müşfik Kenter’in müthiş sesinden “Ben Orhan Veli” şiirini dinleyelim. Metni aşağıya çıkardım. Siz de lütfen Müşfik’le beraber şiiri okuyunuz. Dilerseniz yalnız okuyun. Vurgulara dikkat ederek, kendinizi Orhan Veli’nin yerine koyarak.
“1914’te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşında gurbete çıktım. Yedisinde mektebe başladım. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18’de rakıya başladım ve şarkı söylemesini çok sevdim. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum, hiç evlenmedim. Ben Orhan Veli. Yazık oldu Süleyman Efendiye Mısra-i meşhurunun yazarı. Duydum ki merak ediyormuşsunuz, Hususi hayatımı, Anlatayım: Evvela adamım, yani Sirk hayvanı falan değilim. Burnum var, kulağım var, Pek biçimli olmamakla beraber. Bir evde otururum, Bir işte çalışırım. Ne başımda bulut gezdiririm, Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet. Ne İngiliz kralı kadar Mütevazıyım, Ne de Celâl Bayar'ın Sabık ahır uşağı gibi aristokrat. Ispanağı çok severim Puf böreğine hele Biterim Malda mülkte gözüm yoktur. Vallahi yoktur. Oktay Rıfat'la Melih Cevdet'tir En yakın arkadaşlarım. Bir de sevgilim vardır pek muteber; ismini söyleyemem Edebiyat tarihçisi bulsun. Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım, Meşgul olmadığım ehemmiyetsiz Sadece yazarlar arasındadır. Ne bileyim, Belki daha bin bir huyum vardır. Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya? Onlar da bunlara benzer.” 
Çok hoş değil mi? Müşfik Kenter’in sesinde nasıl hayat bulmuş Orhan Veli. Şiirdeki naiflik, gariplik duygusu… Üzerine ne söylesem yavan geliyor.

 Şimdi ise biraz resim bakalım.

Hemşerimiz ressam Yalçın Gökçebağ’ın eserlerini görüyoruz. Birçok resminde olduğu gibi bunda da yukarıdan bakmış. İki tarla arasındaki yolda at arabaları görünüyor. Köylüler tarlanın yanında bulunan ağaçların altında (hep birkaç ağaç bulunur tarlaların sağında solunda dinlenmek, yemek yemek için) yemek yiyorlar ya da ürünleri ile ilgili çalışıyorlar. Benim Yalçın Gökçebağ’ın resimlerinde sevdiğim şeyler, Anadolu anlatması, canlı renkler, ince detaylar (sağ üst köşedeki korkuluğu görüyorsunuz değil mi?) geometrik düzen takıntısı diyebilirim. Resimlere baktıkça oralara gidesim geliyor. O kendisini şu cümlelerle ifade ediyor: 
“Anadolu Düşlerinin Ressamı" olarak anılmak ve anımsanmak elbette çok hoş bir duygu. Anadolu'yu düşünerek resim yapmaya başlamam 1965 1966 yılında, Gazi Eğitim Resim Bölümü'nü bitirdikten sonra resim öğretmeni olarak atandığım Akşehir İlk Öğretmen Okulu’nda çalıştığım yıllara rastlar. Buradaki atölye-odamdaki penceremin önünden, sonbahar mevsiminin sonlarına doğru, dizi dizi geçen 'Pancar Arabaları' beni çok etkilemişti. Arabaları çeken beygirler, koşumları, süsleri, arabanın taşıdığı yüke uygun yapısı, arabayı kullanan kişinin başını öne eğmiş düşünceli duruşunu, giderken tekerleklerden çıkan tıngırtılı sesleri ve uzayıp giden Anadolu yollarında kah bir buğday tarlasının, kah bir elma bahçesinin kenarından geçerken hissettiklerimi düşünerek tuvallerime yansıttığım görüntülerdir.” 

Bu yazıyla beraber, bugün biraz müzik dinlediniz, birkaç resme baktınız, iyi bir şiir okudunuz. Yazı bittikten sonra bu yazıda anlatılanlar ile ilgili bir dostunuza birkaç mantıklı cümleler söyleyeceksiniz umarım. Sanat-sevgi ve düşünce birikimi diye tanımladığımız kültürü ve varlıklarını, özellikle bize ait olanları bir görev gibiymiş değil de daha çok bize bir şeyler kattığı, bizi biraz daha kendimize yakınlaştırdığı için ve hatta Malraux’un dediği gibi “daha az esir olmak” için ya da yitik bir ruh olmamak için dahası bize hem keyif verdiği ve çok şey kazandırdığı için sanat, spor, düşünce adına yapılan çalışmaları yaşatmalıyız bence. Aşık Veysel’i, Özay Gönlüm’ü, Ahmet Adnan Saygun’u, Cemal Reşit Rey’i, Hasan Ali Yücel’i, İbrahim Çallı’yı, Nazım Hikmet’i, Neşet Ertaş’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Yaşar Doğu’yu (şimdilik aklıma gelenler bunlar) ve daha nice düşünür, sanatçı, sporcumuzu tanıyor muyuz? Hangi birinin adını bir kuruma (okula örneğin) vererek onurlandırmışız?Evet, yeni nesil sizedir sözüm: Hadi bu işe yörenize ait bir Türkü öğrenmekle başlayın. Buradan belki Beethoven’ın Für Elise’sine, oradan Ulvi Cemal Erkin’in Köçekçesi’ne, Aşık Veysel’in “Benim sadık yarım kara topraktır” türküsüne, ya da Cemal Reşit Rey’in Lüks Hayat’ına atlarsın, bilemiyorum belki de Norah Jones’tan “Turn me on” dinlemek ya da yüksek sesle “Seni düşünmek güzel şey” şiirini okumak istersin kim bilir. 
Saygılarımla.
İbrahim Karcılılar - 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YİTİK RUH

YİTİK RUH "İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cüm...