17 Haziran 2024 Pazartesi

YİTİK RUH

YİTİK RUH

"İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemelidir."
GOETHE 

Geçen bir cumartesi gününde evde kahvaltı hazırlıkları yaparken radyoyu açmayı unuttuğumuzu fark edip (mutfakta geçirdiğimiz zamanlarda mutlaka radyo açarız, güne türkülerle başlamak gibisi yoktur.) radyoyu açtığımda rahmetli Özay Gönlüm’den “Çöz de al Mustafa Ali” türküsü çalıyordu. Mutfak birden neşeyle doldu. Pencereden mutfağı aydınlatan gün ışığı ve balkona misafir olan küçük serçelerin cıvıltıları ile kahvaltı neşesi bir kat daha arttı. Uzatmayayım, bu bana okul dergisinde yazacağım yazı konusunda fikir verdi. Çıkış noktam, Aydın Boysan’ın “Uzun Yaşamanın Sırrı” adlı kitabının 23. sayfasında kültür üzerine düşüncelerini yazarken dile getirdiği sömürge karşıtı düşünceleri ile bilinen Fransız yazar Andre Malraux’un “Kültür, binlerce yıl süresince insanlara daha az esir olmaları için bağışlanan sanat-sevgi ve düşünce biçimlerinin toplamıdır” sözü olmalı diye düşündüm.

Yukarıda Goethe’nin bir sözünden oluşan epigrafı okuyanlar bu yazının hayatımızda kültüre ait olguların ne kadar yer kapladığına dair bir yazı olacağını tahmin etmişlerdir herhalde. Yazının bundan sonraki kısmını okumaya devam etmeden önce biraz hazırlık yapmanızı isteyeceğim sizden. Öncelikle sessiz, okurken rahatsız edilmeyeceğiniz, ilginizi dağıtacak çevre etkenlerinden yalıtılmış, mümkünse size huzur ve okuma hevesi veren, kendinizle baş başa kalabileceğiniz, ayrıca başkalarını da rahatsız etmeyeceğiniz (evinizdeki çalışma odası olabilir, yoksa eğer derhal misafir odası saçmalığından kurtulun derim.) bir mekân ayarlamalısınız kendinize. Seçtiğiniz mekânın mutlaka bilgisayar ve internet hizmeti olmalı. Eğer yoksa yazıyı burada bırakın lütfen, tat vermeyecektir.

Gerekli teknik donanım tedarik edildiyse, bilgisayarınızın sesini rahat işitilebilir bir seviyeye ayarladıktan sonra (bu seviye ihtiyaç hissedilirse arttırılabilir) rahat bir sandalye geçip bilgisayarınızı açın. Herhangi bir firmanın internet gezgini hizmeti veren programını açıp, adres çubuğuna şu web adresini yazın:
http://www.youtube.com/watch?v=Oc15dAe_o-4 
İlgili adreste “Tiffany Koo (Age 5) - Chopin Nocturne #20 C Sharp Minor” başlıklı bir video kaydı ile karşılaşacaksınız. Adres değişmiş ise, video hizmeti veren aynı web sayfasının arama motorundan başlık yazılarak video kaydına ulaşılabilir. 4 dakikalık video kaydını izleyin. Beş yaşındaki minik sevimli kız, Frederik Chopin adlı romantik dönem müzisyeninin meşhur “Nocturne” diye anılan eserini çalıyor. Aynı eser ünlü Holywood aktörü Adrian Brody’nin oynadığı “Piyanist” adlı filmde de (iyi filmdir, izleyin) kullanıldı. Sanatçı müzik tarihinin en iyi piyano müziği bestecisi olarak kabul edilir. Tek bir müzik aletini (piyano) kullanarak, Mozart, Beethoven, Bach gibi en büyükler arasında yer alabilmeyi başarmıştır.
Şimdi video kaydını bir kez daha açın ve aşağıdaki yönergeyi takip edin.
“20. saniyeye kadar -işte bunu anlatacağım- der gibi bir giriş yapıyor; sakin, dinlemeni ister gibi ama tevazu barındıran üslup ile. Sonra, melodi açılıyor. Notalar nasıl da naif, kırılgan, romantik… 1:01 saniyede şiirin yükselen nidası gibi coşuyor, her şeyi itiraf eden heyecanla asıl sorusunu yöneltiyor. 1:24’te sakinleşiyor, duru bir anlatımla heyecanını kısmen yitirmiş, ancak soruların cevaplarını alma umuduyla başka şeylerden bahsediyor, lafı yine aynı yere getirecek ama. Nitekim 2:06’da sakince soruların hepsini döküveriyor ortaya ve bir bitirişe benzeyen umarsızlıkla, fakat durulan heyecanına ara vermek ister gibi, her şeyi yeniden düşünmek isteyen bir durgunlukla tiz bir noktada askıda bırakıyor melodiyi. 2:36’da yeniden başlıyor. Bu sefer daha açık, daha net ve aydınlık. Daha önce vermediği detayları da işitiyoruz. 3:16’da bütün sorular yanıtlanıyor ve bitiriyor.”

Şimdi buradan başka bir yere zıplayalım. Konuyla ilgisi ve benim yaşımda olanlar bilirler. Jayne Torvill - Christopher Dean çifti ve Ravel’in Bolero’su. 80’li yıllar, ilk gençlik yıllarım. O sıralar tek kanal var. İlerde çoğalacak ama. Televizyon TRT’den ibaret ama dünyada nerede bir olimpiyat, dünya kupası, örovizyon şarkı yarışması vb. bir aktivite varsa hepsini izleyebiliyorduk. Kış olimpiyatları ve atletizm benim favorimdi. Buz pateni, alp disiplini, slalom, kızak, sürat pateni, üç adım atlama, sırıkla atlama, dört çarpı yüz bayrak yarışı gibi birçok yarışma dallarını öğrenmiş, Sergei Bubka, Carl Lewis, Katerina Witt, İgor Bobrin gibi sporcuları hayranlıkla izler olmuştuk. Buz dansında ise efsaneleşmiş İngiliz çift Jayne Torvill - Christopher Dean 80’li yıllarda yarışmaları bırakıp şampiyonluk bekleyen Natalia Bestemianova - Andrei Bukin çiftine yer açana kadar üst üste yıllarca şampiyon olmuşlardır. Hatta buz üstünde filizlenen bir aşkın da tarafları olmaları nedeniyle seyirci nezdinde fazlasıyla popüler olmuş, film bile çevirmişlerdir. Şimdi tekrar bilgisayarınızın başına geçin ve aşağıdaki web adresini açın:
http://www.youtube.com/watch?v=t2zbbN4OL98
İlgili adreste “Torvill & Dean - 1984 Olympics - Bolero – HQ” başlıklı bir video kaydında çiftin Ravel’in Bolero’su eşliğinde 1984 Kış olimpiyatlarında sergiledikleri gösterisi yer alıyor. “Bolero’nun yan flüt ile ilkin çıplak olarak verilen tema melodisi ile 13. Saniyede iki kuğunun kur yapma töreni gibi başlıyor gösteri. Buz dansının müzikle olan birlikteliği ve ortaya çıkan bedensel uyum, senkronize salınımlar, estetik daha ilk saniyelerde izleyicinin takdirini topluyor. 1:02 saniyede gelişen tema melodisi aynı duyguları daha farklı kelimelerle anlatır gibi sanki. 1:42’de melodiye dansın uyumu ile nasıl nokta konulduğuna dikkat edin. (özellikle 1:45’te. Aslında eser daha uzun. Bu, yaklaşık dört dakikalık yarışmaya uyarlanmış hali. Sözü edilen tema giriş melodisi aslında farklı nefesliler ile tekrar ediliyor. İlgi duyanlar yine aynı video sağlayıcı firmanın web sayfasından “Bolero De Ravel Orquesta Filarmónica De Munich” şeklinde aratmaları sonucunda eserin orijinalini dinleyebilirler.) Sonra melodi açılıyor dansla birlikte. 2:38’den hemen önce müziğin ritminin dansçılardaki uyumu ve sonrasında müziğin yükselişiyle anlatımın yücelmesi sizi de duygulandırdı değil mi? 3:00’daki kuğuların süzülüşüne ne demeli? Muhteşem öyle değil mi? Ya o 3:16’daki su üstündeki kıvrak koşuşturma. 4:04’de melodi bir seviye yükseliyor, anlatımın şiirselliği, uyumu teklemeksizin hatasız devam ediyor. 4:25, anlatımın ve her şeyin doruğu ve muhteşem final. Lütfen puanlara bakar mısınız?” 

Etkilendiniz değil mi? İtiraf edin. Şimdi isterseniz biraz şiirden bahsedelim.
http://www.youtube.com/watch?v=SNkq5Pp4JR8
Yukarıdaki adres “Müşfik Kenter - Ben Orhan Veli” başlıklı bir kayıt. Müşfik Kenter’in müthiş sesinden “Ben Orhan Veli” şiirini dinleyelim. Metni aşağıya çıkardım. Siz de lütfen Müşfik’le beraber şiiri okuyunuz. Dilerseniz yalnız okuyun. Vurgulara dikkat ederek, kendinizi Orhan Veli’nin yerine koyarak.
“1914’te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşında gurbete çıktım. Yedisinde mektebe başladım. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18’de rakıya başladım ve şarkı söylemesini çok sevdim. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum, hiç evlenmedim. Ben Orhan Veli. Yazık oldu Süleyman Efendiye Mısra-i meşhurunun yazarı. Duydum ki merak ediyormuşsunuz, Hususi hayatımı, Anlatayım: Evvela adamım, yani Sirk hayvanı falan değilim. Burnum var, kulağım var, Pek biçimli olmamakla beraber. Bir evde otururum, Bir işte çalışırım. Ne başımda bulut gezdiririm, Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet. Ne İngiliz kralı kadar Mütevazıyım, Ne de Celâl Bayar'ın Sabık ahır uşağı gibi aristokrat. Ispanağı çok severim Puf böreğine hele Biterim Malda mülkte gözüm yoktur. Vallahi yoktur. Oktay Rıfat'la Melih Cevdet'tir En yakın arkadaşlarım. Bir de sevgilim vardır pek muteber; ismini söyleyemem Edebiyat tarihçisi bulsun. Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım, Meşgul olmadığım ehemmiyetsiz Sadece yazarlar arasındadır. Ne bileyim, Belki daha bin bir huyum vardır. Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya? Onlar da bunlara benzer.” 
Çok hoş değil mi? Müşfik Kenter’in sesinde nasıl hayat bulmuş Orhan Veli. Şiirdeki naiflik, gariplik duygusu… Üzerine ne söylesem yavan geliyor.

 Şimdi ise biraz resim bakalım.

Hemşerimiz ressam Yalçın Gökçebağ’ın eserlerini görüyoruz. Birçok resminde olduğu gibi bunda da yukarıdan bakmış. İki tarla arasındaki yolda at arabaları görünüyor. Köylüler tarlanın yanında bulunan ağaçların altında (hep birkaç ağaç bulunur tarlaların sağında solunda dinlenmek, yemek yemek için) yemek yiyorlar ya da ürünleri ile ilgili çalışıyorlar. Benim Yalçın Gökçebağ’ın resimlerinde sevdiğim şeyler, Anadolu anlatması, canlı renkler, ince detaylar (sağ üst köşedeki korkuluğu görüyorsunuz değil mi?) geometrik düzen takıntısı diyebilirim. Resimlere baktıkça oralara gidesim geliyor. O kendisini şu cümlelerle ifade ediyor: 
“Anadolu Düşlerinin Ressamı" olarak anılmak ve anımsanmak elbette çok hoş bir duygu. Anadolu'yu düşünerek resim yapmaya başlamam 1965 1966 yılında, Gazi Eğitim Resim Bölümü'nü bitirdikten sonra resim öğretmeni olarak atandığım Akşehir İlk Öğretmen Okulu’nda çalıştığım yıllara rastlar. Buradaki atölye-odamdaki penceremin önünden, sonbahar mevsiminin sonlarına doğru, dizi dizi geçen 'Pancar Arabaları' beni çok etkilemişti. Arabaları çeken beygirler, koşumları, süsleri, arabanın taşıdığı yüke uygun yapısı, arabayı kullanan kişinin başını öne eğmiş düşünceli duruşunu, giderken tekerleklerden çıkan tıngırtılı sesleri ve uzayıp giden Anadolu yollarında kah bir buğday tarlasının, kah bir elma bahçesinin kenarından geçerken hissettiklerimi düşünerek tuvallerime yansıttığım görüntülerdir.” 

Bu yazıyla beraber, bugün biraz müzik dinlediniz, birkaç resme baktınız, iyi bir şiir okudunuz. Yazı bittikten sonra bu yazıda anlatılanlar ile ilgili bir dostunuza birkaç mantıklı cümleler söyleyeceksiniz umarım. Sanat-sevgi ve düşünce birikimi diye tanımladığımız kültürü ve varlıklarını, özellikle bize ait olanları bir görev gibiymiş değil de daha çok bize bir şeyler kattığı, bizi biraz daha kendimize yakınlaştırdığı için ve hatta Malraux’un dediği gibi “daha az esir olmak” için ya da yitik bir ruh olmamak için dahası bize hem keyif verdiği ve çok şey kazandırdığı için sanat, spor, düşünce adına yapılan çalışmaları yaşatmalıyız bence. Aşık Veysel’i, Özay Gönlüm’ü, Ahmet Adnan Saygun’u, Cemal Reşit Rey’i, Hasan Ali Yücel’i, İbrahim Çallı’yı, Nazım Hikmet’i, Neşet Ertaş’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Yaşar Doğu’yu (şimdilik aklıma gelenler bunlar) ve daha nice düşünür, sanatçı, sporcumuzu tanıyor muyuz? Hangi birinin adını bir kuruma (okula örneğin) vererek onurlandırmışız?Evet, yeni nesil sizedir sözüm: Hadi bu işe yörenize ait bir Türkü öğrenmekle başlayın. Buradan belki Beethoven’ın Für Elise’sine, oradan Ulvi Cemal Erkin’in Köçekçesi’ne, Aşık Veysel’in “Benim sadık yarım kara topraktır” türküsüne, ya da Cemal Reşit Rey’in Lüks Hayat’ına atlarsın, bilemiyorum belki de Norah Jones’tan “Turn me on” dinlemek ya da yüksek sesle “Seni düşünmek güzel şey” şiirini okumak istersin kim bilir. 
Saygılarımla.
İbrahim Karcılılar - 2014

23 Mart 2020 Pazartesi

Bir kısa öykü...

Milli Eğitim Bakanlığının 2019 yılında öğretmenler arasında açtığı Hasan Ali Yücel kısa öykü yarışmasına aşağıdaki öykümle katıldım. Yazmak yaklaşık iki ayımı almıştı. Ciddi manada eser niteliği taşıyan bir şeyler yazmanın ne derece zor olduğunu anlamış oldum. Yorumlarınızı bekliyorum. İyi okumalar.


BİR SANAT ESERİNDE YAŞAMAK 
   Sabaha karşı yine bir kâbus görerek uyandı. Yedi ay önce hemen önünde gerçekleşen trafik kazasında arabadan inip yaralı bir genci kurtarmaya kalkmasaydı ne çaresizce bakan o gözler rüyalarına girecekti ne de aylar süren ağır bir tedavi görmek zorunda kalacaktı. Sağından hızla gelerek en soldaki şeride geçerken kontrolünü yitirip bariyerlere çarptıktan sonra defalarca takla atarak durabilen araçtan fırlayan daha çocuk denecek yaştaki gencin yanına ulaştığında boynundaki atardamar kesiği ve göğsüne saplanmış bariyer parçasından onun birkaç dakika içinde öleceğini anlamıştı. Yüzünü örten kan denizinin ortasındaki gözleri unutamıyordu. Sonrasında, onlara başka bir aracın çarptığını, kendisinin de ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığını ise hiç hatırlamıyordu.
   Yatağında hafifçe yan dönerek masadaki dijital saatin rakamlarını 4.58 olarak okudu. Birkaç saat önce yine bir kâbus ile uyandığında değiştirdiği fanilası terden sırılsıklam olmuştu. Her gece kendini çok yorgun hissetmesine rağmen yatağında huzursuzca dönüp duruyor, uykuya zor dalıyordu. En fazla birkaç saat sonra kan ter içinde tekrar uyanıyor, sabahı zor ediyordu. Eskisi gibi deliksiz uyumayı, sabahları dinç ve huzurlu kalkmayı ne çok özlemişti. Komodinin üzerindeki bardağa uzandı ve kalan suyu bir dikişte bitirdi. Vücudunun çeşitli yerlerinde oluşan kırıklar tedavi edilmiş, yüzünde ve kollarındaki yaralar çoktan iyileşmişti. Ameliyatlardan sonra uygulanan fizik tedaviler de sonuç vermiş, tekrar çalışmaya başlamıştı. Yakında bastona da ihtiyacı kalmayacağını düşünüyordu.
   Ancak ruhundaki yaraların iyileştiğinden emin değildi. O genci kurtaramayacağını bilse de kendisinden yardım isteyen gözlerinin etkisindeydi hâlâ. Kalp kriziyle ölümüne tanık olduğu babasının donuk bakışları, konuştuğu insanların gözlerinde anlam arama takıntısına yol açmıştı. Bu yüzden konuşurken göz teması kurmayan insanlara katlanamazdı. Özellikle hastalarını dinlerken onların gözlerine bakıyor, onların iç dünyasını anlamaya çalışıyordu. Bir insana yardım edebilmenin ancak onun hikayesini öğrenmekten geçtiğine inandığı için onların hastalık dışındaki sorunlarını bile çözmek istiyordu. Taşrada çalıştığı yıllarda hastalarının ona “Hızır” lakabını takmalarına neden olan bu özellikleri özel hayatını ihmal etmesine neden oluyordu. Bu yüzden kaza sonrasında bir gün bile başından ayrılmadan her şeyi ile ilgilenen karısı, kaza nedeniyle geciktirdiği ayrılık kararını söylemek için kendine bakabilecek kadar iyileşmesini bekledi. 
   Kendisi gibi doktor olan eşi Dilek’in ısrarı üzerine İstanbul’a tayin istemişlerdi. İlk günler tadını çıkardıkları İstanbul’un insanı hayatından bezdiren trafiği, insanı çileden çıkaran gürültüsü, hastane yönetiminin doktorlardan daha çok hastaya bakmaya dair beklentisi, İsmail’in tayin konusunda hata yaptığı fikrine kapılmasına sebep olmuştu. Anlaşmazlıkları sadece İsmail’in daha sakin bir şehre gitmek istemesi ve Dilek’in buna karşı çıkması değildi. Eşine göre İsmail çok değişmişti. Taşradayken onun kendini işine adaması ile gurur duyarken, İstanbul’a taşındıktan sonra zaten büyük bir kısmı yollarda geçen zamanın özel hayatına kalan kısmından memnun değildi. Hep hayal ettiği gibi kocasıyla İstanbul’un romantik akşamlarını yaşamak istiyordu. Fakat onun şikayetlerinden, memnuniyetsizliğinden, öfkeli ve ani çıkışlarından, sürekli hayatla kavga eden tutumundan bıkmıştı. Aylardır İsmail’den bir sevgi sözcüğü bile duymamıştı. Dahası artık aralarında bazı şeylerin bittiğini defalarca test etmişti kendince. Ayrılmak en doğrusu olacaktı.
   İsmail ise kendini bir kapanda hissediyordu. Zaten gönülsüz geldiği İstanbul’un hoyrat kalabalığı ona derin bir yalnızlık hissi veriyor, oradan oraya sürüklenen hep bir yerlere geç kalmamak için koşuşturan insanların ifadesiz yüzleri yaşamı katlanabilir olmaktan çıkarıyordu. En kötüsü ise herkesin birbirinden kaçırdığı gözleriydi. Çevresindeki insanlar ilişkilerini derinleştirmekten korkuyor, kendileri ile ilgili herhangi bir şey paylaşmıyorlardı. Ne çok insan vardı bu şehirde; yolda, çarşıda, pazarda, otobüste, vapurda, asansörde bedenleri birbirlerine değecek kadar yakın ama bir o kadar yalnızdılar. Aceleci ayaklar asla kavuşamayacakları mutlulukları kovalıyordu sanki. Karısıyla bir sorunu yoktu ancak bu şehirde mutlu değildi İsmail. 
   Yataktan kalkıp, fanilasını değiştirdi. Kullandığı depresyon ilaçlarının ağzındaki acı tadını alması için dişlerini fırçaladı. Giyindi. Mutfakta bir şeyler atıştırdıktan sonra evden hemen çıktı. Hastaneye erken varırsa bir kahve içecek zaman da bulabilirdi. 
   Hastanedeki odasına girdiğinde kapının altından atılmış zarfları topladı, masanın üstüne bıraktı. Bastonunu ve ceketini astı. Önlüğünü giydi. O sıra elinde kahve fincanı ile içeri giren hemşire, poliklinik saatinin başlamak üzere olduğu söyledi. Kahve için teşekkür edip kahvesini yudumlarken masadaki zarfları karıştırmaya başladı. Banka gönderileri ve broşürlerin arasında farklı biri dikkatini çekti. Bir mektup zarfıydı bu. Üzerindeki ismi hatırlayınca gözleri hayretle açıldı. Ağzından çıkan “İlkokul hocam…” sözlerine hemşire “Efendim.” diye karşılık verince, “İlkokul hocamdan gelmiş. Açıkçası çok şaşırdım.” dedi. İlkokul beşinci sınıftaki öğretmeninden gelmişti mektup. Sadece birkaç ay öğrencisi olabilmişti ama onu iyi hatırlıyordu. Zarfı açtı. İlk birkaç satırı okuduktan sonra hemşireye bir süre yalnız kalmak istediğini, kendisi haber verene dek hasta almamasını söyledi. Çok heyecanlanmıştı. Mektubu bir an önce okumak istiyordu: 
Sevgili İsmail,
   Duydum ki yaklaşık altı ay önce bir trafik kazası geçirmiş, bir süre hastanede yattıktan sonra şimdi evde fizik tedavi görüyormuşsun. Geçmiş olsun. Umarım kısa zamanda sağlığına kavuşursun. Uzun zamandır senden hiç haber alamamıştım. Daha doğrusu iki senedir solunum yetmezliği nedeniyle bir sanatoryumda kalıyorum. Hastalığımın ölümcül olduğunu pek fazla bilen yok. Kemoterapi eziyetine katlanmak istemedim. Beni anlayışla karşılayan doktorumun verdiği ağrı kesiciler ile kalan günlerimi geçirmekteyim. 
   Şehir gürültüsünden uzak, bahçesinde kuşların şarkılar söylediği bu sanatoryumun belki de ömrümün kalan kısmını geçirmek için ne kadar isabetli bir seçim olduğunu anlatamam. Her sabah açılan perdelerin ardından bizi karşılayan bir Gökçebağ tablosunu andıran manzarayı izlerken, sarı ve turuncunun binbir tonuna sahip ağaçların bana nasıl huzur verdiğini bilemezsin. Pencereler de açılınca kuşlarından oluşan bir orkestrayla şenleniyor odamız. Zaman ve mekân algısının kaybolduğu Anadolu’nun bu cennet köşesinin tam da arzu ettiğim gibi beni dingin bir ruh haline soktuğunu itiraf etmeliyim. Bazen doğanın fırça darbeleri ve şarkısı eşliğinde, gerçek dünyadan uzaklaşmış; ağrılardan endişelerden, insan yaşamına dair her türlü sıkıntıdan arınmışlık duygusu içinde kendine artık bu dünyada işinin kalmadığını söyleyiveriyor insan. Bütün bunların yanında zamanımın azaldığını hissediyorum. 
   Kaldığım oda iki kişilik. Ağaçlıklı iki tepenin arasından vadiye bakan muhteşem bir manzaramız ve oda arkadaşım Cafer Bey’le oluşturduğumuz bir kitaplığımız var. Kalabalık bir ailesi olmasına rağmen Cafer Bey’in de pek arayanı soranı yok, benim kadar yalnız sayılır. İstanbullu eski bir sanayici, epey de varlıklı biri. Bir zamanlar sigara bağımlısı olduğundan solunum güçlüğü çektiği için buraya gelmiş. Evinden getirdiği orijinal tablolar ve Türk müziği seçkilerinden oluşan plak koleksiyonu gibi ince zevkleri var. Sakin tabiatlı, hoşsohbet, sanata meraklı ve birikimli bir insan. Günlerimizi pencere önünde oturarak, bazen gücümüz ve nefesimiz elverdiğince sanatoryumun çevresindeki patika yollarda gezip dolaşarak ve bitmek tükenmek bilmeyen anılarımızı birbirimize anlatarak geçiriyoruz.
   Burada bir arkadaşım daha var. Yaşı, yüzünden pek anlaşılmasa da ellisini çoktan geçtiğini tahmin ettiğim, hemşiremiz Sevgi Hanım. Bir köy enstitüsü mezunu olan babasının da öğretmen oluşu yakınlaştırdı bizi. Sen de bilirsin, Anadolu’nun pek çok köyü birbirine benzer; insanları, hayvanları, ağaçları, taşı, toprağı hatta hikâyeleri bile. Sevgi Hanım’ın babası, öğretmenliğe on yedi yaşında başlamış. Atandığı köyün ne okul binası varmış ne doğru dürüst bir yolu. Çok ilkel şartlarda tarım ve hayvancılık yapıyor ve ürettikleriyle ancak karınlarını doyuruyorlarmış. Köylülerle birlikte yıkık bir ahırı yeniden inşa edip okul yapmış. Sadece çocukları değil köylüleri de yetiştirmiş; ekip biçtiklerinden daha çok ürün almayı, kendilerinin ve hayvanların sağlığını nasıl koruyacaklarını öğretmiş. Cenaze defnetmekten baytarlığa kadar birçok şey yapmış. Hatta bir kış gecesi gürültüyle çalmış kapısı. Telaşlı bir köylü acilen eve gelmesini, hanımının doğurmakta olduğunu söylemiş. O sıra komşu köye akrabalarının yanına ziyarete giden ebenin yokluğu neden olmuş çareyi onda aramasına. “Ben ebelik bilmem.” demesine rağmen baytarlık tecrübesini bahane ederek ısrarla bunun da benzer bir şey olduğunu tekrarlayıp duruyormuş köylü. Daha on dokuz yaşında kadın vücudunu sadece anatomi kitaplarında gören Zekeriya öğretmen başarılı bir doğum gerçekleştirmiş. 
   Köylüler sevmiş öğretmeni, bir dediğini iki etmiyorlarmış. Yağmurda, karda çamurdan geçilmeyen yollara taş döşemişler birlikte. Meydana çeşme, dereye köprü yapmışlar. Fakat aralarından biri, köylüleri çok çalıştırıyor, herkese iş buyuruyor diye Ankara’ya şikâyet etmiş. İki müfettiş göndermişler köye. Müfettişler, köy kahvesine oturup önce hâl hatır sormuş, havadan sudan söz etmişler. Sonra öğretmen hakkında hoşlarına gitmeyen sorular sormaya başlayınca köyün muhtarı, “Müfettiş Bey, şu karşıdaki Babadağ’ı görüyor musun?” diye sormuş. Müfettişler önce dağa sonra muhtara bakmışlar. “Öğretmen Bey bize, arkadaşlar, o dağı yıkacağız dese biz bütün köylü toplaşır, o dağı yıkarız.” demiş muhtar. Bunu babası gururla çeşitli kereler dostlarına anlatırken şahit olmuş Sevgi Hanım. Ben de hayatımda sadece bir defa gördüğüm, ilk müfettişim Nazım Bey’in anısına neden bu mesleğe tutunduğumu ve bir metropolden kalkıp da neden Anadolu’nun bir köyüne öğretmenlik yapmak için gittiğimi sana anlatmak istiyorum.
   Daha beşinci sınıftayken kurtuluşu taşı toprağı altın olan İstanbul’a göçmekte gören büyüklerinin kararı ile Kâğıthane’de bir gecekondu evine taşınmıştınız. Muhtemelen Anadolu’dan İstanbul’a göçen herkesi bekleyen birçok zorlukla karşılaştınız. Kim bilir neler yaşadın? Babasız kalmanın acısı ile uğraşırken bir yandan sefalet, bir yandan hayatına dair belirsizlikler o çocuk kalbine ne çok yara açmıştır.  Oturduğunuz semtteki lisede çalışan fakülteden bir arkadaşımdan Hacettepe Tıp Fakültesini kazandığını öğrendim. Ne kadar gurur duydum bilemezsin. Sonrasında seni takip etmek zor olmadı. Hatta bir gün Ankara’ya yolum düştüğünde hastanenin bahçesinde bir bankta oturarak otobüs saatini bekledim; belki seni görürüm diye. Amacıma ulaşamadım ama heyecanı yetti bana. Mezun oldun. Hemen Tokat’ın bir ilçesine atandın. İstanbul’da büyüdün ama çalıştığın yerin çocukluğunun köyü Kocataş’tan hiç farkı olmadığını anlamışsındır. Yoksulluk, cahillik, mahrumiyet senin bildiğin şeyler. Sen çocuk yaştayken kalp krizinden ölen babana yardım edemedin ama o insanlara yirmi sene hizmet verdin. 
   İsmail, sen zor bir çocuktun. Daha o yaşta duygu dünyandaki derin boşluk seni kavgacı, uyumsuz, özellikle oyunlarda kural tanımayan birine dönüştürmüştü. O neşeli, kıvrak zekâlı, özellikle bilime meraklı çocuk gitmiş; yerini öfkesine hâkim olamayan hırçın bir çocuk almıştı. Zamanla öfken duruldu ve belki de bazı şeylerin eksikliğine katlanabilmeyi öğrendin. Tekrar derslere ilgi duymaya başladın. Yine soruları ilk çözen sendin. Ancak yüzündeki neşeli ve afacan çocuk ifadesi gitmişti artık. Küçük yaşta babasız kalan bu öfkeli, zeki ve güzel çocuk, oğlum olsa keşke, dedim hep kendi kendime.
   Niye anlatıyorum bunları? Herkes gibi sen de bir sınavdan geçiyorsun. Ama rehberin yok. Belki de bir baba sesine ihtiyaç duyuyorsundur ne bileyim. Bunca sene seninle iletişim kurmadım ancak gözlerim hep üstündeydi ve şimdi konuşmaya ikimizin de ihtiyacı var. Bir öğretmen ve manevi baba olarak yarım kalan görevimi yerine getirirsem kendimi mutlu hissedeceğim. Tökezlediğini görebiliyorum. Yahya Kemal'in "Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer." dediği, her bir tepesinde ayrı güzellikleri saklayan İstanbul birçoklarını gibi seni de tüketti. Ama senin için hala açık bir kapı var. Tekrar Anadolu’ya dönebilirsin. Mesleğinin ilk günlerindeki gibi mutlu ve anlam kazanmış bir hayat seni bekliyor olabilir. Anadolu insanının içtenliğini, hoşgörüsünü, zaaflarını hatırla İsmail. Onların acıları, sevinçleri, ağlamaları, gülmeleri ne kadar bildiğin şeyler değil mi? Cafer’in sorduğu gibi İstanbul’un taşı toprağı altın mıydı gerçekten? Hemşerilerin birbirini bulduğu semtler geldikleri şehirlerin birer kötü kopyalarına dönüşmüş. Ne kentli olabilmişler ne de taşralı. Bu şehir insanı değiştiriyor ve bundan sen de nasibini aldın. Hiçbir şey eskisi gibi değil. İçindeki vicdanın haykırışını Tokat’ta susturmuştun bir nebze. Her hastayla babanı kurtarır gibi ilgilendin. Her muayenede sanki o yaşıyormuş gibi gururlandırdın onu. Aslında o gururu gizlice ben yaşıyordum. Bir kompozisyon ödevinde “Ben en çok babamı sevdim.” diye yazdığını hatırlıyorum. Okuduğum satırlar ağlatmıştı beni. Çalıştığın o kasabada kendini buldun. Hatta bir hayat arkadaşı da. Sonra ne oldu? Birçokları gibi siz de büyükşehire gidip onun nimetlerinden yararlanmak üzere yirmi seneyi Anadolu’da çalışmak için yeterli görerek tayin istediniz ve büyü bozuldu. 
   Okulu hala hatırlıyorum bunca yıl sonra. Hem de tuhaf bir şekilde ayrıntılı olarak. Ön bahçedeki okulun tek musluğunu, düzgün sıralı bir biçimde dikilmiş komşunun evi ile ön bahçeyi birbirinden ayıran yedi tane çam ağacını, arka bahçedeki sizinle top oynadığımız küçük alanı, etrafında kıkırdayarak ısınmaya çalıştığınız dershanedeki kocaman saç sobayı, bahçe duvarında üzerinde gezinen kertenkeleleri kovalayışlarımızı, duvarlarını beraber ördüğümüz iki göz öğrenci tuvaletini ve daha birçok ayrıntıyı… Okul dağıldıktan sonra hiç şaşmaz saat beşte demlediğim çayımla birlikte okul bahçesindeki masama yerleşip Kurtuluyan vadisi manzarasının tadını çıkararak okurdum ödevlerinizi. Bazen bayram törenlerinde köy meydanında protokolde yerini alan artık çobanlıktan emekli olmuş köyün en yaşlı köpeği Şapal gelir aklıma. Lojmanın kapısında uyuklardı hep. Şoför Ramazan’ın askerde akli dengesini yitiren oğlu Recep de bacaklarının arasındaki sopası ile protokoldeki yerini hiç kaçırmazdı. İlk görev yerimdi orası benim. Tek dershane, küçük bir müdür odası ve lojmandan oluşan o taş binada ben, yirmi üç çocuğa öğretmenlik yapmaya gayret ederken, siz de bana öğretmenliği ve hayatı öğrettiniz. 
   Kış aylarında yoğun yağan kar her yeri kaplar, yer gök bembeyaz olurdu. Bazen hiç rüzgârın olmadığı bir havada her kar tanesinin dans ederek yere inişi ile büyülenir, bembeyaz gökyüzüne bakarak tüm dünyanın ancak görebildiğim kadar kısımdan ibaret olduğu duygusuna kapılırdım. Kar tanelerinin birbirinden farklı olduğuna ilk kez Kocataş köyünde şahit oldum. Okul önündeki yaklaşık elli metrelik yokuş sizin çayan dediğiniz kızaklarla kaymak için eşsiz bir piste dönüşürdü. Çayanlarla kaymak kış günlerinin en eğlenceli oyunuydu. Mutlu çığlıklarınız beni de neşelendirir, köylülerin buna müsaade ettiğim için kızmalarına aldırmazdım. Islanan çoraplarınızı kurutmak üzere sınıftaki sobanın etrafında küçükler iç kısımda olmak üzere çember olurdunuz. Küçüklere Ayfer’le birlikte yardımcı olmanız, onlara ağabeylik ablalık yapmanız beni çok mutlu ederdi. Düştüğün günü hatırlarsın. Acının verdiği bir refleks ile bana “Baba!” diye seslenmiştin. Sonra şaşırmış ve öfkelenmiş bir şekilde kaçtın ve iki gün okula gelmedin. Evine gittim dersten sonra. Deden yaranı görmüş, önemsenecek bir şey olmadığını düşünmüş ve işlerine devam etmiş. O günden sonra benden uzak durdun hep.
   Çok değil yaklaşık bir ay sonra da seninle tekrar bağ kuramadan göçtünüz İstanbul’a. İçimden de bir şeyler koptu. Ağzından bana bakarak çıkan baba sözcüğü müydü seni benden uzaklaştıran? Babanı hatırlaman ve bende bir baba sureti görmen miydi? Benim de diğer zamanların aksine farklı bir tonda oğlum diye seslenmem mi? Belki de rahmetli babana ihanet ettiğini düşündün. Kim bilir? Bu soruların cevaplarını hiç öğrenemedim. Bu neden oldu belki de seni takip etmeme. Ama sen hiç bilmedin. Okuldan ayrılamayışımın ve o köyde kalmamın sebebini yıllar sonra daha iyi anladım. Hem de öğretmenliği bırakıp memlekete dönmek için kendime sıraladığım onca sebebe rağmen.
   Göreve başladığım ilk aylar çok sıkıntılı günlerdi benim için. Askerlik sonrası hemen köye gelip göreve başlamıştım. Sadece bir dershane, yirmi üç çocuk, bir öğretmen. Birleştirilmiş sınıf programı hakkında bilgim var ancak nasıl uygulayacağım hakkında en küçük fikrim yoktu. Zorlanıyordum. Daha hiç parmak kaldırmamış, sesini duymadığım çocuklar vardı. Her akşam kara kara düşünüyordum. Okulun hizmetlisi, öğretmeni, müdürü de bendim. Haftada bir köyün arabası ile gelen resmi yazıları kaydetmem gerektiğini nice sonra gelen-giden evrak defterini karıştırırken anladım. Zil yok, teneffüse ben çıkarıyordum sizi. Bir çeşit öğretmencilik oynuyormuşum gibi geliyordu bana. Konuşmasını anlamakta güçlük çektiğim insanların arasında, memleketimden kilometrelerce uzakta, üstelik mesleğimi de layıkıyla yapamadığım endişeleri içinde, istifa ederek memlekete dönüp baba mesleğine devam etme planları yapıyordum. Soğuk demirciydi babam. Mesleğinin benimle devam etmesini istiyordu. Çocuk yetiştirmenin onu ezmekten geçtiğine inanırdı. Bir gün dostları ile sohbet ederken bir çocuğun ne kadar çok ezilirse evine barkına daha bağlı olacağını, o kadar atasına itaat edeceğini söylemişti. Geleneksel Anadolu eğitimiydi babamları büyüten. O da böyle büyütmek istiyordu çocuklarını. Geleceğini ya okuyarak ya da sanayide çalışarak belirleyen bizim kuşak için kışın okula gitmek, yazın çalışmak bir hayat terbiyesi idi. Ancak hayalini kurduğum şey gerçek olmuş ve Anadolu’nun bir köyüne tayinim çıkmıştı. Sanayiye dönmeye niyetim yoktu ama o dükkân benim için bir çıkış kapısı gibi görünüyordu artık. Hem belki de baba mesleğinde daha fazla para kazanabilirdim. Bu düşünceler içinde cebelleşirken bir gün müfettiş Nazım Bey geldi ve hayatıma bir iz bıraktı. 
   Hatırlayacağını sanmıyorum: Bir gün öğleye doğru kapı çalındı. Bir, iki ve üçüncü sınıfları ödevlendirdikten sonra, dört ve beşinci sınıflarda dönüşümlü olarak haftada bir ders saati işlenen çevre, sağlık, trafik ve okuma dersinin okuma etkinliğine geçmiştim. Bir öykünün belirlediğim bir kısmına kadar okuyordum. Kalan kısmını tamamlayarak deftere yazmanızı isteyecektim. Kapı çalındı. Sınıfa takım elbiseli, yetmişinde ancak gayet dinç görünen biri girdi. Elinde bastonu ve başında şapkası ile oldukça sevimli bir dedeye benzeyen bu beyefendi kendini tanıttı. Derhal ayağa kalktım ve ben de kendimi tanıttım. Dönerek öğrencileri de selamladı ve iyi dersler diledi. Arkaya boş bir sıraya geçerek derse devam etmemi söyledi. Şapkasını çıkardı. Kırlaşmış, seyrek, ince telli, arkaya doğru taralı saçları ve mavi gözleri dikkat çekiciydi. Ellerini sıranın üzerinde kavuşturarak, dersi dinlemeye koyuldu. Ders bitiminde sizi teneffüse çıkardım. Bakacağı dosyaları getirmek için izin istedim. Bana onlara sonra bakacağını, karşısına oturmamı ve biraz sohbet etmek istediğini söyledi. Kaç tane birinci sınıf öğrencisi olduğunu sordu. Ben de üç tane olduğunu, onlara çizgi temrinleri yaptırdığımı, onlara çalışmalarında yardımcı olsun diye büyük sınıflardan bir öğrenci görevlendirdiğimi, ikinci sınıftan bir öğrencinin okuma yazmayı yaz aylarında unutmuş olduğundan onları da bu çalışmalara dâhil ettiğimi, ancak bir arpa boyu yol alamadığımı, bu yüzden kendimi yiyip bitirdiğimi, diğer sınıflarda da öğrencilerle istediğim gibi bir iletişim kuramadığımı, dolayısıyla ders hedeflerine ulaşamadığımı, burada kendimi çok yalnız hissettiğimi, artık bu mesleğe uygun biri olmadığımı düşünmeye başladığımı söyledim. Başka şeyler de söyledim ama şimdi hatırlamıyorum. Kendimi çok dolu hissediyordum. Beni başarısız bulup hakkımda olumsuz rapor verme ihtimaline filan aldırmıyordum. Beni sessizce dinledi. Benden önce sakin olmamı ve kendisine bir bardak su getirmemi söyledi. Ona suyunu getirdiğimde elindeki dosyayı açmış, aldığı bazı notları okuyordu. Hafızam bana bir oyun oynamıyorsa aşağı yukarı şunları söyledi: 
   “Çocuk, sen İzmir’de büyümüşsün. Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Biyoloji Öğretmenliği bölümünü bitirmişsin. Bu yaşına kadar hiç köy yüzü görmemişsin. Büyük bir şehirden sonra burada yaşamak zor geliyordur sana. Asıl dalın biyoloji ama bakanlık köylerde öğretmen açığı olduğu için seni sınıf öğretmeni olarak değerlendirmiş. Zorlanman gayet normal. Yüzündeki endişeli ifadeyi bırak çocuk. İki buçuk ayda çok mesafe almışsın haberin yok. Biraz önce uyuklayan öğrenciyle konuşurken onunla göz seviyesine gelip, derdini anlamaya çalıştığını gördüm. Bir diğerine ise biraz daha gayret etmesini söylerken bu soruyu yapabilecek bilgiye sahip olduğunu vurgulayarak onu bu konuda yüreklendirdin. Sende öğretmen kumaşı var çocuk. Bak bir kendine; tıraş olmuşsun, ütülü gömlek ve takım elbisenle görevinin başındasın. İnsanlar ayağa bakar. Ayakkabıların boyalı, kravatın düzgün bağlanmış. Ben sana baktığımda bir beyefendi görüyorum. İşini önemseyen birini görüyorum. İstifa da neymiş, bizim senin gibi gençlere ihtiyacımız var. Şimdi öğrencileri içeri al da ben onlarla bir ders işleyeyim. Bu da senin için örnek ders olsun.”
   Açık söyleyeyim şaşkına dönmüştüm. Ne diyeceğimi bilemeden kalktım, öğrencileri içeri aldım. Arkada boş bir sıraya oturdum ve hayatım için bir dönüm noktası olabilecek bir gösteri izledim. Müfettiş Nazım Bey benim için unutulmaz bir ders işledi. Hiç konuşturamadığım Aygül parmak kaldırıyor, söz istiyor, sınıfın en yaramazı ders dinlemeyen Turgay defterine yazdığı sorunun cevabını öğretmenine göstermek için can atıyor, davranışları oldukça kontrollü ve ağırkanlı Hasan yerinde duramıyor soruyu kendisinin bildiğini bağırarak söylüyordu. Özellikle Nazım Bey şaşırtmıştı beni. Bir çocuk gibiydi tıpkı. Bir ara bir çocuk şarkısını sağa sola salınarak, hatta birazda küçük çocukların şarkı söylerken yaptıkları mimikleri taklit ederek öyle bir söyledi ki, sınıf bir anda bir müzikal bir tiyatroya döndü. Bense şaşkınlıktan afallamış, gördüklerime ve işittiklerime inanamıyordum. Dersin bittiğini ve teneffüse çıkmalarını söylediğinde sınıftan “Aaaaaa” diye bir hayal kırıklığı ünlemi yükseldi. Küçük düşme, utanç gibi karmaşık duygular içindeydim. Benim şaşkın yüz ifademi görünce gülümsedi ve şunları söyledi:
   “Bak çocuk, öğretmenlikte iki temel kural vardır: Bir öğrencinin seviyesine inmek, iki dersi bir oyun haline getirerek çocuğun bilgiye ulaşmasını sağlamak. Diğer şeyler üstesinden kolaylıkla gelinebilecek teferruattır. Zorlandığında komşu köylerdeki öğretmen arkadaşlardan yardım iste. Şimdi bana müsaade et. Daha gideceğim köyler var.”
   Ona daha çok sorularım olduğunu, bir gün kalıp misafirim olmasını, beni karmakarışık bir kafa ile bırakmamasını söylediysem de ikna edemedim onu. İstifayı aklımdan çıkarmamı, mücadele için gerekenlere yeterince sahip olduğumu, bugünkü gördüklerimin de bana yol göstereceğini söyledi ve geldiği gibi gizemli bir şekilde gitti. Sonra onu hiç görmedim. İkinci dönem gelen iki müfettiş sıradan bir teftiş yaparak çok da oyalanmadan işlerini bitirip gittiler. Onlara Müfettiş Nazım Bey’i sorduğumda bu bölgeye yeni atandıklarını ve onu tanımadıklarını söylediler. Bir bilinmezlikten gelmiş ve hiçbir kayıt bırakmadan gitmişti. Zaman zaman o günkü yaşadıklarımın bir düş olduğunu düşünmüşümdür. 
   Çok zaman geçti aradan. Çalıştığım köylerin, kasabaların, ilçelerin hepsinin ayrı ayrı güzel anıları var. İtiraf edeyim İsmail, senin gibi çok öğrencim oldu. Hepsi için bir baba teması kurmaya gayret ettim sende kaybettiğim fırsatı telafi etmeye çalışarak. İnan bana başını okşadığın çocuğun sana dönüp içtenlikle gülmesi kadar mutluluk verici bir şey yoktur öğretmenlikte. Doktorluk da aynıdır. Derman bulan hastalarının dualarından çınlamıyor mu kulakların? Senin adaşın İsmail Hakkı Tonguç’u bilir misin? İlköğretim Genel Müdürlüğü görevinde on bir senede yüzlerce köyü bizzat kendi ziyaret etmiştir. Otuzlu yıllarda onun tasarladığı okullardan yetişen köy öğretmenleri ateş böcekleri gibi köyleri aydınlattılar. Bilgi alın teriyle, kitaplar çocuklarla buluştu. Umut yeşerdi. Ben de görevimi yaparken kendimi hep bir köy enstitüsü mezunu gibi hissetmişimdir. Belki Zekeriya Öğretmen ya da Müfettiş Nazım kadar olamadım ama yanlış bir meslek seçmediğimi yetişkinliğe adım atmış pek çok öğrencimin bana dönüşlerinden anlayabiliyorum. Dibine ışık vermeyen mum gibi çevremi aydınlatmaya çalışırken ne evlenebildim ne de çocuklarım oldu. 
   Geçenlerde Cafer Bey’le pencere önüne oturmuş kuş seslerini dinlerken, önümüzdeki muhteşem manzaranın tadını çıkarıyorduk. Sessizliğimizi bozan Cafer Bey’in “Ne garip duvarda bir İbrahim Çallı peyzajı var, ama biz pencereden bakıyoruz.” sözleri oldu. Ben de ona Münir Nurettin plaklarına sahip olduğumuzu ama kuş seslerini dinlemeyi tercih ettiğimizi söyledim. “İşte bir sanat eseri içinde yaşamak bu olsa gerek. İstanbul’dan niye kaçtım sanıyorsun.” diye cevap verdi ve dalgın gözlerini yine pencereye çevirdi. Benimse kendime ait bazı soruları cevaplandırmış gibi içim huzur ile doldu. Bunca sene kendimi heba ettiğimi düşünüyordum. İdeallerim uğruna Anadolu’nun köylerinde, kasabalarında çalışarak aslında bir sanat eserinin içinde bir hayat geçirmiştim. Aile de kuramadım ama benim yüzlerce çocuğum vardı. Bu sanat eserine dönerek daha mutlu bir hayat sürmek ve seni “Hızır” olarak andıkları Anadolu hikayelerine yenilerini eklemek istersin diye düşünüyorum. 
   İsmail, bu kadar kelam yeter sanırım. Belki beni unutmuşsundur. Ama yok ilk öğretmenler unutulmaz. Suna öğretmenimin ben dördüncü sınıfta flütle Eskişehir Marşını çalarken gurur dolu bakışlarını hala hatırlıyorum. Seni takip etmek bana hep bir babalık gururu verdi. Bu bakımdan manevi oğlumun başarılarını izlemiş olmanın huzuru içindeyim. Sana teşekkür ederim İsmail; bana başarılı bir oğlun babasına yaşattığı gurur ve mutluluk için. Unutma sen de bir ateş böceğisin. 
       Hoşça kal oğlum, görüşmek üzere. 
   Mektubu dikkatle katladı ve zarfına koydu. Yanaklarından süzülen göz yaşlarını sildi. Bir süre sessizce oturdu. Kapının çalındığını bile fark etmedi. İçeri giren hemşire iyi olup olmadığını sorunca boş gözlerle bakan İsmail birden ayağa kalktı ve “İyiyim iyiyim. Haydi, başlayalım.” dedi. Ne zamandır beklediği bir ışıktı bu mektup. Zihnindeki sis perdesi kalkmış, kendine yeni cevaplar bulmuştu. Öğle arasında başhekimin yanına gidip acil bir durum için birkaç günlüğüne izin istediğini söyledi. Sonra da uçak biletlerini ayarladı. Anadolu’nun neresine tayin isteyeceğine ilk öğretmeniyle konuştuktan sonra karar verecekti.
    BİTTİ

İbrahim KARCILILAR - 2019 Denizli

29 Şubat 2020 Cumartesi

2-GERÇEĞİN GÖLGESİ


GERÇEĞİN GÖLGESİ
Gerçeğin bilgisi deneyle başlar deneyle biter.
ALBERT EİNSTEİN

Bir bilim insanı “gerçeği, yalnızca gerçeği aramalı.” demiştim bir önceki yazımda. Bu yazı ise “fakat gerçek görecelidir.” diye kendimle tartışan iç sesime bir yanıt niteliği taşıyacak.
DNA’nın çift zincirli sarmal yapısının keşfinin kimler tarafından yapıldığını pek çok öğrencimiz ve biyolojiye özel ilgisi olan okuyucular bilirler. James D. WATSON, Francis CRİCK ve Maurice WİLKİNS 1962’de Nobel Fizyoloji ödülü ile taçlandırdıkları çalışmaları ile hücre çekirdeğinde bulunan asitler hakkında pek çok karanlık noktayı aydınlatmış oldular.
Zamanla sağda solda bu keşif sürecinin bazı ilginç ayrıntıları da hayatıma girdi tesadüfen. Ancak aklın, çaylak zihnin, sakil[1] yaklaşımlarından onu eğiterek kurtulması, insanı kendi yaşamının gizli dönemeçlerinde bekleyen umacılardan[2] kurtulmasından daha zordur. Evet, önyargılardan bahsediyorum. Bir dostum şakayla karışık “önyargı iyidir, iyi önyargılar kişiyi düşünmekten alıkoyar.” demişti. Kurtarır diyecekti herhalde. Çok güvenilir olmayan (kaynağını şimdi unuttuğum) bir yazıda Rozalind FRANKLIN adında bir kristalografın[3] bu keşif ekibinde olduğu, aslında keşfin gerçek sahibi olduğu, (çünkü DNA’nın X ışınları ile ilk görüntüsünü almıştır) ancak kadınlara hele ki bilim kadınlarına hayli maskülen[4] bakıldığı bir zamanda adının ikinci plana itildiği (zaten 1962’ye ömrü de vefa etmemiş ve X ışınları onun ölümünü hazırlamıştır.) ve bu yüzden bu bilim insanına büyük haksızlık edildiği bilgilerini okudum. Üstüne bir de James D. WATSON’un yaşantısının ileri dönemlerinde ırkçı ve kadınları aşağılayan ifadeleriyle "Afrikalıların daha düşük zekâlı oldukları" yolundaki açıklamaları sonucunda New York'taki Cold Spring Harbor Laboratuvarı'nın başkanlığındaki yetkilerinin dondurulması bilgisine erişince[5] bütün feminist duygularım silahlanmış, kendi kendime James D. WATSON’ın, Allah bilir Rozalinda’ya olan karşılıksız kalan yakınlaşma arzularının ters tepmesi sonucu, (bu da edindiğim kaynağı güvenilir olmayan bir bilgi) onun adının tarihte anılmamasına yol açacak şekilde çabaladığını bile düşünmeye başladım.
Okuyucu beni affetsin, güya bilim dünyasındaki kepazeliklere tiksinti dolu aşağılamalarla ve ibretle bakarken duygusal davranmış ve öfkeyle yanlış fikirlere kapılmıştım. Ne zaman aydınlandı zihnim; gerçek kaynaklara ulaşınca. James D. WATSON “İkili Sarmal DNA yapı çözümünün öyküsü” adlı kitabında tüm süreci ve bu uğurda emeği geçen değerli bilim insanlarının da hakkını teslim ederek anlatmış. Özellikle Rozalind hakkındaki sözleri (sayfa 162) duygulandırdı beni. Hele ki 1962’deki Nobel tören konuşmalarında Rozy hakkında söylenen güzel sözler (aslında bu da kesinliği net olmayan bir bilgi ama ben inanmak istiyorum) yüzümün biraz daha kızarmasına neden oldu. "Gerçek, çizmelerini giyerken; yalan, tüm dünyayı dolaşırmış." Gerçeğin gölgelenmiş suretler içinden kendini gösterebilmesi için bilim insanının din, ırk, cinsiyet, ideoloji, doktrin[6] gibi bilimi perdeleyen unsurdan arınmış olması gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda bilim insanının tüm etkilerden arınarak, gerçeği, yalnızca gerçeği bulması ve saf, sade gerçeğe ulaşması nasıl olacak? Ya birden fazla gerçek varsa birbiriyle çelişen?
Bunun için başka bir hikâyeye göz atalım: 23 Mart 1994’te Ronald Opus isimli bir Amerikalının 10 katlı bir binanın 8. Kat hizasındaki cam silicileri için gerilmiş ağda bulunan cesedini inceleyen adli tıp hekimi, tuttuğu raporda onun kafasından yediği kurşunla öldüğü sonucuna vardı. Savcının intihar mı cinayet mi ikilemine ışık tutan bilgi, olay sırasında 9. Kattan silah sesi işitildiği bilgisi oldu. Silahın patladığı 9. katta yaşlı bir çift yaşıyordu. Bunlar, sık sık tartışırlar ve bu tartışmalar sonucu çoğu zaman ihtiyar adam, içi dolu olmayan bir silahla karısını tehdit ederdi. Olayın geçtiği gün, yaşlı karı-koca yine tartışmışlar, adam oldukça sinirlenmiş ve tabancayla karısını tehdit etmişti. Fakat ne olduysa boş olduğu sanılan silah ateş almış, ancak hedefi tam tutturamayan yaşlı adamın silahından çıkan mermi dışarda intihar etmekte olan Opus’a isabet etmişti. Boş silahın bir korkutma aracı olarak kullanılması yaşlı adamın bir alışkanlığı olduğu bilgisi üzerine önce cinayet şeklinde gelişen düşünceler, öldürme kastı olmadığı ve olayın bir kaza olduğu kanısıyla yön değiştirmeye başladı. Ancak araştırmalar derinleşince, ölümcül kazadan yaklaşık 6 hafta önce yaşlı çiftin oğlunu, silahı doldururken gören bir tanık ortaya çıktı. Anlaşılan o ki, oğlundan mali desteğini çeken yaşlı kadını bir kaza kurşunu ile öldürmesi için oğlu babasının silahını gizlice doldurmuş ve olayın gerçekleşmesini umarak bekleyişe geçmişti. Fakat bekleyiş çok uzun sürünce umutsuzluğa kapılarak intihar kararı almıştı. Aslında Ronald Opus’un 23 Mart günü binanın tepesinden atlayarak gerçekleştirdiği intihar girişimi, babasının silahından çıkan kurşun olmasa 8. Kattaki gerilen ağ yüzünden başarısız olacaktı. Ölümü, planladığı gibi gerçekleşmemişti. Dosya, önce intihar sonra cinayet ve tekrar intihar olarak yön değiştirmişti. Gerçek, bilgiyle aydınlanmıştı. Dosya, intihar olarak kapandı. Ancak bu kurşunun Opus’un babasının tuttuğu silahtan çıkmış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu onu katil yapar mı? Gerçek başka bir gerçeği gölgeler mi? Evet, ne diyeceksiniz?
Gerçeklerin birbirine karıştığı, gerçeğe nereden, nasıl ve hangi gözlüklerle baktığınız anda birden fazla gerçek arasında bocalayan akademik zihinler, bazen gerçeğin basit olabileceği ilkesini atlayabilirler. Gerçeğin ilkel toplumlarda ya da günümüz toplumlarında yaşayan kimi bireylerin ilkel zihinlerindeki yansıması olan düz mantıkla (gerçek acıdır, biber de acıdır, o zaman gerçek biberdir önerme zinciri gibi) karıştırılmamalı bu basit gerçeklik. Belki de bu aşağıdaki fıkra ile daha iyi açıklanabilir.
Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan[7] oluşan bir heyet bir araştırma için arazide bulunuyormuş. Yağmur birden bastırınca, bunlar da hemen yakındaki bir arazi evine sığınmışlar. Ev sahibi bunlara bir şeyler ikram etmek için biraz evden ayrılmış. Bunlar ev sahibini beklerken, dikkatleri soba üzerinde toplanmış. Soba yerden bir metre yukarıda, altındaki dizili taşların üzerindeymiş. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair, kendi aralarında tartışmaya başlamışlar.
Kimyacı:
-Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini[8] düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış.
Fizikçi:
-Adam sobayı yükselterek konveksiyon[9] yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş.
Jeolog:
-Burası tektonik hareketlilik[10] bölgesi olduğundan, herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak, yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış.
Matematikçi:
-Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış.
Antropolog:
-Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle, sobayı yukarıya kurmuş.
Bu sırada ev sahibi gelmiş. Ona sobanın yukarıda olmasının nedenini sormuşlar. Adam demiş ki:
-Boru yetmedi!
Gerçeğin sizi üzmediği günler dileği ile…
İbrahim KARCILILAR - 2013



[1] Densizce kendini her ortama sokan, kendinden bıktıran, izinsiz şeyler yapan…
[2] Öcü, çirkin ve ürkütücü görünüşlü, korkulan şey.
[3] Mineralojinin bir dalı olup, minerallerin şekillerini ve içyapılarını X ışınları ile inceler.
[4] Fransızca masculin, anlamı “Erkek”. Burada “fazlaca erkek gözüyle” hatta “maço” anlamı taşıyor.
[5] http://tr.wikipedia.org/wiki/James_Dewey_Watson
[6] Belirli bir konuda aynı hedef için ortaya atılan düşünceler.
[7] Antropologlar tüm toplumları, kültürleri, insan kalıntılarını ve fiziksel, biyolojik yapılarını inceler.
[8] Bir tepkimenin gerçekleşebilmesi için aşılması gereken enerji değeri.
[9] Yükselen hava kütlesinin sıcaklığının çevresindeki havayı da ısıtması.
[10] Yerküre levhalarının hareketliliği.


1-GERÇEĞİ ARAMAK


 Gerçeği aramak
onu elde etmekten
daha değerlidir.
Albert Einstein
GERÇEĞİ ARAMAK

Bilgi üreten insana bilim insanı deriz. Bilim insanı kimdir sizce? Zihnimi meşgul etmiştir hep bu soru.
Merada güttüğü hayvanların et ve süt verimini arttırmak için keman mı çalsam, yoksa kaval mı ikilemini denek grupları oluşturarak kontrollü deney usulü ile aşmaya çalışan çoban Ali bilim insanı mıdır? Yoksa tarlaya giderken en kısa ve en güvenli yolun tekin ama düzayak olmayan yorucu, iniş çıkışlı patika mı, ya da zorlu olmayan bir topografyaya sahip kısmen daha uzun at arabası yolu mu olduğuna karar vermek için harcanan enerji-zaman ilişkisini tarlaya vardığında ne kadar yorulduğuna bakarak karar veren çiftçi bilim insanı mıdır?
En ünlü eseri olan Selimiye Camiinin yapımında minarenin içine birbirini görmeyen üç sarmal merdiveni sığdırmayı başaran Koca Sinan mıdır bilim insanı? Ya da aynı cami inşaatında çalışan, binanın kuytu köşeklerini örümceklerin sarmasını engellemek için harca yumurta karıştıran duvarcı ustaları olabilir mi bilim insanı?
Veya müşterinin parasını çeşitli yatırım araçlarında değerlendirirken, son beş yılın en çok kazandıran yatırım araçları içinde en güvenilir ama diğerlerine nazaran daha uzun vadede kazandıran bir yatırım aracını seçmeye karar veren ve bunu yaparken müşterisinin mal varlığının alın teri ya da miras olduğuna, para kaybetme konusundaki hassasiyetine gibi psikolojik parametrelere de dikkat eden bir bankacı mı?
Belki de elinde oynadığı yap-boz türü oyuncağı parçalara ayırıp, parçaları tekrar birleştirmeye çalışırken yeni şeyler keşfeden ya da parçalardan birini başka bir oyuncağa monte etmeye çalışırken onu da kullanım dışı kapsamına dahil eden çocuktur bilim insanı.
Her yıl iyi ürün alabilmek için (zeytin üreticiliğinde toplama sırasında tomurcukların zarar görmesinden dolayı her yıl iyi ürün alınmaz) uzun çubuklar ve bunun ucundaki eklentiler ile tasarladığı aracını ilköğretim 7. sınıf fen ve teknoloji dersi proje hazırlamada kullanan öğrencidir beklide bilim insanı.
Peki, az rastlanır bir kuş türünü fotoğraflamak için Afrika yağmur ormanlarında saatlerce yürüyüp bekli de günlerce kamp hayatı yaşayan ve türlü tropik hastalıklar atlatan bir belgesel muhabiri bilim insanı sayılabilir mi?
Ekibiyle günlerce, haftalarca bir laboratuarda çalışarak, insanda meme kanserini tetiklediğini düşündüğü bir geni rekombinant gen teknolojisi ile izole etmeyi başarıp kobay fareler üzerinde bu genin etkilerini araştıran ve ileriye dönük geliştirilmesi muhtemel bir aşı ile bunu nasıl bir servete dönüştüreceğinin hayalini kuran bir akademisyene ne demeli?
İnfluenza türü grip virüslerini laboratuar şartlarında mutasyona uğratarak yeni oluşturduğu hastalığa karşı zaten hazır olan bir aşıyla (dert verip derman aratmıyor sağ olsun) okkalı bir vurgunu kaldıracak bir şirkete gizli yakınlığı sonradan keşfedilecek olan, sözüne güvenilir bir sağlık örgütünde çalışan bir akademisyenin söz konusu hastalıkla ilgili pandemi tehlikesine işaret ederek dünya çapında bir duyuruya imza atan komisyonun bir üyesi olmasına ne buyrulur. Ya da yukarıdaki vakayı doğru soruları doğru kişilere sorarak ortaya çıkmasını sağlamış olan gazeteci de bilim insanı sayılabilir mi?
Kitle imha silahları geliştirenlere ne demeli? 1945’te Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde binlerce sivilin hayatını yok eden, binlercesinin de hastalanmasına neden olan nükleer bombayı üreten, bunu yaparken de kendi ülkesinin çıkarlarını gözeten (sizce saygın mı?) bilim insanlarının ve savaşta sadece askerin askerle savaşması ile ilgili olan (aksi halde savaş suçu sayılır) ilkeyi hiçe sayıp sadece sivil katliama yönelmiş olan ülke yöneticilerinin durumu ne olacak?
Bu örnekleri çoğaltabiliriz ancak artık gereksiz sanırım. Bilim insanı çok boyutlu düşünülmesi gereken bir olgu. İnsanı bilim üreten kimliğe sokan nitelik hangi değişkenlere bağlıdır? Tıbbi gelişmelerle insan hayatına artı değer kazandırmak mı, doğayla mücadelede insanlığı öne geçirmek mi, sorunları çözmeye çalışmak mı, kendi güvenliği için başkaların güvenliğini ortadan kaldırmaya yönelik silah geliştirmek mi, güvenliği tehdit eden unsurlara karşı en savunma saldırıdır ilkesiyle hareket ederek saldırmak için bilimden yararlanmak mı, hangisi? Bu sorular bilim insanını yalnızlığa iter.
Ortaçağda hekimler hasta tedavisinde kullandıkları bazı ilaçların içerikleri anlaşılmasın, kötü ellerde ve yanlış işlerde kullanılmasın diye tedavi sırasında dualar mırıldanırlarmış. Bu noktada elindeki bilgiyi gizleyerek bilimin gelişmesini engellemişler mi, yoksa hastayı tedavi ederek bilime katkıda mı bulunmuşlardır? Ya da yaptığı işe mistik bir hava vererek toplumdaki saygınlık derecesini din adamlığına yükseltme çabası ile maddi ve manevi nüfuz sahibi olmayı amaçladığını da düşünebilir miyiz? 
Tüm bu tartışmaların ötesinde bilim insanı gerçeği yalnızca gerçeği aramalı gibi geliyor bana. Gerçeği aramak; gerçeğin bize kendini gösterme biçimlerini keşfederek, görünen gerçeğin izafi yansımalarını farkına varmak, şüpheci ve her zaman görünenin arkasına bakma alışkanlığı ile gerçekleşebilir sanıyorum. Yani gerçeği merak etmek. Evet merak iyi bir şeydir. Genlerin nasıl çalıştığını, manyetizmanın nasıl oluştuğunu merak etmek gibi. Komşunun kredi kartı ekstresini merak etmek farklı bir merak türü olsa gerek. Bu tür merak paparazzi programları ile giderilebilecek dedikodu kavramına girer. Bilimsel merak, bilimsel yayınları izlemek ya da belgesel izlemeyle giderilebilir. Ancak bu sizi bilim insanı yapmaz.
Şahsen benim bilim insanlığı açısından tek kriterim var. O da gerçeği “yalnızca gerçeği” arama arzusu. Tabi bu noktada “gerçek görecelidir” diyebilirsiniz. Bu da başka yazı bir konusu.
İbrahim KARCILILAR - 2012


YİTİK RUH

YİTİK RUH "İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cüm...