Milli Eğitim Bakanlığının 2019 yılında öğretmenler arasında açtığı Hasan Ali Yücel kısa öykü yarışmasına aşağıdaki öykümle katıldım. Yazmak yaklaşık iki ayımı almıştı. Ciddi manada eser niteliği taşıyan bir şeyler yazmanın ne derece zor olduğunu anlamış oldum. Yorumlarınızı bekliyorum. İyi okumalar.
BİR SANAT ESERİNDE YAŞAMAK
Sabaha karşı yine bir kâbus görerek
uyandı. Yedi ay önce hemen önünde gerçekleşen trafik kazasında arabadan inip
yaralı bir genci kurtarmaya kalkmasaydı ne çaresizce bakan o gözler rüyalarına
girecekti ne de aylar süren ağır bir tedavi görmek zorunda kalacaktı. Sağından
hızla gelerek en soldaki şeride geçerken kontrolünü yitirip bariyerlere
çarptıktan sonra defalarca takla atarak durabilen araçtan fırlayan daha çocuk
denecek yaştaki gencin yanına ulaştığında boynundaki atardamar kesiği ve
göğsüne saplanmış bariyer parçasından onun birkaç dakika içinde öleceğini
anlamıştı. Yüzünü örten kan denizinin ortasındaki gözleri unutamıyordu.
Sonrasında, onlara başka bir aracın çarptığını, kendisinin de ağır yaralı
olarak hastaneye kaldırıldığını ise hiç hatırlamıyordu.
Yatağında hafifçe yan dönerek masadaki dijital saatin
rakamlarını 4.58 olarak okudu. Birkaç saat önce yine bir kâbus ile uyandığında
değiştirdiği fanilası terden sırılsıklam olmuştu. Her gece kendini çok yorgun
hissetmesine rağmen yatağında huzursuzca dönüp duruyor, uykuya zor dalıyordu.
En fazla birkaç saat sonra kan ter içinde tekrar uyanıyor, sabahı zor ediyordu.
Eskisi gibi deliksiz uyumayı, sabahları dinç ve huzurlu kalkmayı ne çok
özlemişti. Komodinin üzerindeki bardağa uzandı ve kalan suyu bir dikişte
bitirdi. Vücudunun çeşitli yerlerinde oluşan kırıklar tedavi edilmiş, yüzünde
ve kollarındaki yaralar çoktan iyileşmişti. Ameliyatlardan sonra uygulanan
fizik tedaviler de sonuç vermiş, tekrar çalışmaya başlamıştı. Yakında bastona da
ihtiyacı kalmayacağını düşünüyordu.
Ancak ruhundaki yaraların iyileştiğinden emin değildi. O
genci kurtaramayacağını bilse de kendisinden yardım isteyen gözlerinin
etkisindeydi hâlâ. Kalp kriziyle ölümüne tanık olduğu babasının donuk
bakışları, konuştuğu insanların gözlerinde anlam arama takıntısına yol açmıştı.
Bu yüzden konuşurken göz teması kurmayan insanlara katlanamazdı. Özellikle
hastalarını dinlerken onların gözlerine bakıyor, onların iç dünyasını anlamaya
çalışıyordu. Bir insana yardım edebilmenin ancak onun hikayesini öğrenmekten
geçtiğine inandığı için onların hastalık dışındaki sorunlarını bile çözmek
istiyordu. Taşrada çalıştığı yıllarda hastalarının ona “Hızır” lakabını
takmalarına neden olan bu özellikleri özel hayatını ihmal etmesine neden
oluyordu. Bu yüzden kaza sonrasında bir gün bile başından ayrılmadan her şeyi
ile ilgilenen karısı, kaza nedeniyle geciktirdiği ayrılık kararını söylemek
için kendine bakabilecek kadar iyileşmesini bekledi.
Kendisi gibi doktor olan eşi Dilek’in ısrarı üzerine
İstanbul’a tayin istemişlerdi. İlk günler tadını çıkardıkları İstanbul’un
insanı hayatından bezdiren trafiği, insanı çileden çıkaran gürültüsü, hastane
yönetiminin doktorlardan daha çok hastaya bakmaya dair beklentisi, İsmail’in tayin
konusunda hata yaptığı fikrine kapılmasına sebep olmuştu. Anlaşmazlıkları
sadece İsmail’in daha sakin bir şehre gitmek istemesi ve Dilek’in buna karşı
çıkması değildi. Eşine göre İsmail çok değişmişti. Taşradayken onun kendini
işine adaması ile gurur duyarken, İstanbul’a taşındıktan sonra zaten büyük bir
kısmı yollarda geçen zamanın özel hayatına kalan kısmından memnun değildi. Hep
hayal ettiği gibi kocasıyla İstanbul’un romantik akşamlarını yaşamak istiyordu.
Fakat onun şikayetlerinden, memnuniyetsizliğinden, öfkeli ve ani çıkışlarından,
sürekli hayatla kavga eden tutumundan bıkmıştı. Aylardır İsmail’den bir sevgi
sözcüğü bile duymamıştı. Dahası artık aralarında bazı şeylerin bittiğini
defalarca test etmişti kendince. Ayrılmak en doğrusu olacaktı.
İsmail ise kendini bir kapanda hissediyordu. Zaten gönülsüz
geldiği İstanbul’un hoyrat kalabalığı ona derin bir yalnızlık hissi veriyor,
oradan oraya sürüklenen hep bir yerlere geç kalmamak için koşuşturan insanların
ifadesiz yüzleri yaşamı katlanabilir olmaktan çıkarıyordu. En kötüsü ise
herkesin birbirinden kaçırdığı gözleriydi. Çevresindeki insanlar ilişkilerini
derinleştirmekten korkuyor, kendileri ile ilgili herhangi bir şey
paylaşmıyorlardı. Ne çok insan vardı bu şehirde; yolda, çarşıda, pazarda, otobüste,
vapurda, asansörde bedenleri birbirlerine değecek kadar yakın ama bir o kadar
yalnızdılar. Aceleci ayaklar asla kavuşamayacakları mutlulukları kovalıyordu
sanki. Karısıyla bir sorunu yoktu ancak bu şehirde mutlu değildi İsmail.
Yataktan kalkıp, fanilasını değiştirdi. Kullandığı
depresyon ilaçlarının ağzındaki acı tadını alması için dişlerini fırçaladı.
Giyindi. Mutfakta bir şeyler atıştırdıktan sonra evden hemen çıktı. Hastaneye
erken varırsa bir kahve içecek zaman da bulabilirdi.
Hastanedeki odasına
girdiğinde kapının altından atılmış zarfları topladı, masanın üstüne bıraktı.
Bastonunu ve ceketini astı. Önlüğünü giydi. O sıra elinde kahve fincanı ile
içeri giren hemşire, poliklinik saatinin başlamak üzere olduğu söyledi. Kahve
için teşekkür edip kahvesini yudumlarken masadaki zarfları karıştırmaya
başladı. Banka gönderileri ve broşürlerin arasında farklı biri dikkatini çekti.
Bir mektup zarfıydı bu. Üzerindeki ismi hatırlayınca gözleri hayretle açıldı.
Ağzından çıkan “İlkokul hocam…” sözlerine hemşire “Efendim.” diye karşılık
verince, “İlkokul hocamdan gelmiş. Açıkçası çok şaşırdım.” dedi. İlkokul
beşinci sınıftaki öğretmeninden gelmişti mektup. Sadece birkaç ay öğrencisi
olabilmişti ama onu iyi hatırlıyordu. Zarfı açtı. İlk birkaç satırı okuduktan sonra
hemşireye bir süre yalnız kalmak istediğini, kendisi haber verene dek hasta
almamasını söyledi. Çok heyecanlanmıştı. Mektubu bir an önce okumak
istiyordu:
Sevgili İsmail,
Duydum ki yaklaşık altı ay önce bir trafik kazası geçirmiş,
bir süre hastanede yattıktan sonra şimdi evde fizik tedavi görüyormuşsun.
Geçmiş olsun. Umarım kısa zamanda sağlığına kavuşursun. Uzun zamandır senden
hiç haber alamamıştım. Daha doğrusu iki senedir solunum yetmezliği nedeniyle
bir sanatoryumda kalıyorum. Hastalığımın ölümcül olduğunu pek fazla bilen yok.
Kemoterapi eziyetine katlanmak istemedim. Beni anlayışla karşılayan doktorumun
verdiği ağrı kesiciler ile kalan günlerimi geçirmekteyim.
Şehir gürültüsünden uzak, bahçesinde kuşların şarkılar
söylediği bu sanatoryumun belki de ömrümün kalan kısmını geçirmek için ne kadar
isabetli bir seçim olduğunu anlatamam. Her sabah açılan perdelerin ardından
bizi karşılayan bir Gökçebağ tablosunu andıran manzarayı izlerken, sarı ve
turuncunun binbir tonuna sahip ağaçların bana nasıl huzur verdiğini bilemezsin.
Pencereler de açılınca kuşlarından oluşan bir orkestrayla şenleniyor odamız.
Zaman ve mekân algısının kaybolduğu Anadolu’nun bu cennet köşesinin tam da arzu
ettiğim gibi beni dingin bir ruh haline soktuğunu itiraf etmeliyim. Bazen
doğanın fırça darbeleri ve şarkısı eşliğinde, gerçek dünyadan uzaklaşmış;
ağrılardan endişelerden, insan yaşamına dair her türlü sıkıntıdan arınmışlık
duygusu içinde kendine artık bu dünyada işinin kalmadığını söyleyiveriyor
insan. Bütün bunların yanında zamanımın azaldığını hissediyorum.
Kaldığım oda iki kişilik. Ağaçlıklı iki tepenin arasından
vadiye bakan muhteşem bir manzaramız ve oda arkadaşım Cafer Bey’le
oluşturduğumuz bir kitaplığımız var. Kalabalık bir ailesi olmasına rağmen Cafer
Bey’in de pek arayanı soranı yok, benim kadar yalnız sayılır. İstanbullu eski
bir sanayici, epey de varlıklı biri. Bir zamanlar sigara bağımlısı olduğundan
solunum güçlüğü çektiği için buraya gelmiş. Evinden getirdiği orijinal tablolar
ve Türk müziği seçkilerinden oluşan plak koleksiyonu gibi ince zevkleri var.
Sakin tabiatlı, hoşsohbet, sanata meraklı ve birikimli bir insan. Günlerimizi
pencere önünde oturarak, bazen gücümüz ve nefesimiz elverdiğince sanatoryumun
çevresindeki patika yollarda gezip dolaşarak ve bitmek tükenmek bilmeyen
anılarımızı birbirimize anlatarak geçiriyoruz.
Burada bir arkadaşım daha var. Yaşı, yüzünden pek
anlaşılmasa da ellisini çoktan geçtiğini tahmin ettiğim, hemşiremiz Sevgi
Hanım. Bir köy enstitüsü mezunu olan babasının da öğretmen oluşu yakınlaştırdı
bizi. Sen de bilirsin, Anadolu’nun pek çok köyü birbirine benzer; insanları,
hayvanları, ağaçları, taşı, toprağı hatta hikâyeleri bile. Sevgi Hanım’ın
babası, öğretmenliğe on yedi yaşında başlamış. Atandığı köyün ne okul binası
varmış ne doğru dürüst bir yolu. Çok ilkel şartlarda tarım ve hayvancılık
yapıyor ve ürettikleriyle ancak karınlarını doyuruyorlarmış. Köylülerle
birlikte yıkık bir ahırı yeniden inşa edip okul yapmış. Sadece çocukları değil
köylüleri de yetiştirmiş; ekip biçtiklerinden daha çok ürün almayı,
kendilerinin ve hayvanların sağlığını nasıl koruyacaklarını öğretmiş. Cenaze
defnetmekten baytarlığa kadar birçok şey yapmış. Hatta bir kış gecesi
gürültüyle çalmış kapısı. Telaşlı bir köylü acilen eve gelmesini, hanımının doğurmakta
olduğunu söylemiş. O sıra komşu köye akrabalarının yanına ziyarete giden ebenin
yokluğu neden olmuş çareyi onda aramasına. “Ben ebelik bilmem.” demesine rağmen
baytarlık tecrübesini bahane ederek ısrarla bunun da benzer bir şey olduğunu
tekrarlayıp duruyormuş köylü. Daha on dokuz yaşında kadın vücudunu sadece
anatomi kitaplarında gören Zekeriya öğretmen başarılı bir doğum
gerçekleştirmiş.
Köylüler sevmiş öğretmeni, bir dediğini iki etmiyorlarmış.
Yağmurda, karda çamurdan geçilmeyen yollara taş döşemişler birlikte. Meydana
çeşme, dereye köprü yapmışlar. Fakat aralarından biri, köylüleri çok
çalıştırıyor, herkese iş buyuruyor diye Ankara’ya şikâyet etmiş. İki müfettiş
göndermişler köye. Müfettişler, köy kahvesine oturup önce hâl hatır sormuş,
havadan sudan söz etmişler. Sonra öğretmen hakkında hoşlarına gitmeyen sorular
sormaya başlayınca köyün muhtarı, “Müfettiş Bey, şu karşıdaki Babadağ’ı görüyor
musun?” diye sormuş. Müfettişler önce dağa sonra muhtara bakmışlar. “Öğretmen
Bey bize, arkadaşlar, o dağı yıkacağız dese biz bütün köylü toplaşır, o dağı
yıkarız.” demiş muhtar. Bunu babası gururla çeşitli kereler dostlarına
anlatırken şahit olmuş Sevgi Hanım. Ben de hayatımda sadece bir defa gördüğüm, ilk müfettişim
Nazım Bey’in anısına neden bu mesleğe tutunduğumu ve bir metropolden
kalkıp da neden Anadolu’nun bir köyüne öğretmenlik yapmak için gittiğimi sana
anlatmak istiyorum.
Daha beşinci sınıftayken kurtuluşu taşı toprağı altın olan
İstanbul’a göçmekte gören büyüklerinin kararı ile Kâğıthane’de bir gecekondu
evine taşınmıştınız. Muhtemelen Anadolu’dan İstanbul’a göçen herkesi bekleyen
birçok zorlukla karşılaştınız. Kim bilir neler yaşadın? Babasız kalmanın acısı
ile uğraşırken bir yandan sefalet, bir yandan hayatına dair belirsizlikler o
çocuk kalbine ne çok yara açmıştır.
Oturduğunuz semtteki lisede çalışan fakülteden bir arkadaşımdan
Hacettepe Tıp Fakültesini kazandığını öğrendim. Ne kadar gurur duydum
bilemezsin. Sonrasında seni takip etmek zor olmadı. Hatta bir gün Ankara’ya
yolum düştüğünde hastanenin bahçesinde bir bankta oturarak otobüs saatini
bekledim; belki seni görürüm diye. Amacıma ulaşamadım ama heyecanı yetti bana.
Mezun oldun. Hemen Tokat’ın bir ilçesine atandın. İstanbul’da büyüdün ama
çalıştığın yerin çocukluğunun köyü Kocataş’tan hiç farkı olmadığını
anlamışsındır. Yoksulluk, cahillik, mahrumiyet senin bildiğin şeyler. Sen çocuk
yaştayken kalp krizinden ölen babana yardım edemedin ama o insanlara yirmi sene
hizmet verdin.
İsmail, sen zor bir çocuktun. Daha o yaşta duygu dünyandaki
derin boşluk seni kavgacı, uyumsuz, özellikle oyunlarda kural tanımayan birine
dönüştürmüştü. O neşeli, kıvrak zekâlı, özellikle bilime meraklı çocuk gitmiş;
yerini öfkesine hâkim olamayan hırçın bir çocuk almıştı. Zamanla öfken duruldu
ve belki de bazı şeylerin eksikliğine katlanabilmeyi öğrendin. Tekrar derslere
ilgi duymaya başladın. Yine soruları ilk çözen sendin. Ancak yüzündeki neşeli
ve afacan çocuk ifadesi gitmişti artık. Küçük yaşta babasız kalan bu öfkeli,
zeki ve güzel çocuk, oğlum olsa keşke, dedim hep kendi kendime.
Niye anlatıyorum bunları? Herkes gibi
sen de bir sınavdan geçiyorsun. Ama rehberin yok. Belki de bir baba sesine
ihtiyaç duyuyorsundur ne bileyim. Bunca sene seninle iletişim kurmadım ancak
gözlerim hep üstündeydi ve şimdi konuşmaya ikimizin de ihtiyacı var. Bir
öğretmen ve manevi baba olarak yarım kalan görevimi yerine getirirsem kendimi
mutlu hissedeceğim. Tökezlediğini görebiliyorum. Yahya Kemal'in "Sâde bir
semtini sevmek bile bir ömre değer." dediği, her bir tepesinde ayrı güzellikleri
saklayan İstanbul birçoklarını gibi seni de tüketti. Ama senin için hala açık
bir kapı var. Tekrar Anadolu’ya dönebilirsin. Mesleğinin ilk günlerindeki gibi
mutlu ve anlam kazanmış bir hayat seni bekliyor olabilir. Anadolu insanının
içtenliğini, hoşgörüsünü, zaaflarını hatırla İsmail. Onların acıları,
sevinçleri, ağlamaları, gülmeleri ne kadar bildiğin şeyler değil mi? Cafer’in
sorduğu gibi İstanbul’un taşı toprağı altın mıydı gerçekten? Hemşerilerin
birbirini bulduğu semtler geldikleri şehirlerin birer kötü kopyalarına
dönüşmüş. Ne kentli olabilmişler ne de taşralı. Bu şehir insanı değiştiriyor ve
bundan sen de nasibini aldın. Hiçbir şey eskisi gibi değil. İçindeki vicdanın
haykırışını Tokat’ta susturmuştun bir nebze. Her hastayla babanı kurtarır gibi
ilgilendin. Her muayenede sanki o yaşıyormuş gibi gururlandırdın onu. Aslında o
gururu gizlice ben yaşıyordum. Bir kompozisyon ödevinde “Ben en çok babamı
sevdim.” diye yazdığını hatırlıyorum. Okuduğum satırlar ağlatmıştı beni.
Çalıştığın o kasabada kendini buldun. Hatta bir hayat arkadaşı da. Sonra ne
oldu? Birçokları gibi siz de büyükşehire gidip onun nimetlerinden yararlanmak
üzere yirmi seneyi Anadolu’da çalışmak için yeterli görerek tayin istediniz ve
büyü bozuldu.
Okulu hala hatırlıyorum bunca yıl sonra. Hem de tuhaf bir
şekilde ayrıntılı olarak. Ön bahçedeki okulun tek musluğunu, düzgün sıralı bir
biçimde dikilmiş komşunun evi ile ön bahçeyi birbirinden ayıran yedi tane çam
ağacını, arka bahçedeki sizinle top oynadığımız küçük alanı, etrafında kıkırdayarak
ısınmaya çalıştığınız dershanedeki kocaman saç sobayı, bahçe duvarında üzerinde
gezinen kertenkeleleri kovalayışlarımızı, duvarlarını beraber ördüğümüz iki göz
öğrenci tuvaletini ve daha birçok ayrıntıyı… Okul dağıldıktan sonra hiç şaşmaz
saat beşte demlediğim çayımla birlikte okul bahçesindeki masama yerleşip
Kurtuluyan vadisi manzarasının tadını çıkararak okurdum ödevlerinizi. Bazen
bayram törenlerinde köy meydanında protokolde yerini alan artık çobanlıktan
emekli olmuş köyün en yaşlı köpeği Şapal gelir aklıma. Lojmanın kapısında
uyuklardı hep. Şoför Ramazan’ın askerde akli dengesini yitiren oğlu Recep de
bacaklarının arasındaki sopası ile protokoldeki yerini hiç kaçırmazdı. İlk
görev yerimdi orası benim. Tek dershane, küçük bir müdür odası ve lojmandan
oluşan o taş binada ben, yirmi üç çocuğa öğretmenlik yapmaya gayret ederken,
siz de bana öğretmenliği ve hayatı öğrettiniz.
Kış aylarında yoğun yağan kar her yeri kaplar, yer gök
bembeyaz olurdu. Bazen hiç rüzgârın olmadığı bir havada her kar tanesinin dans
ederek yere inişi ile büyülenir, bembeyaz gökyüzüne bakarak tüm dünyanın ancak
görebildiğim kadar kısımdan ibaret olduğu duygusuna kapılırdım. Kar tanelerinin
birbirinden farklı olduğuna ilk kez Kocataş köyünde şahit oldum. Okul önündeki
yaklaşık elli metrelik yokuş sizin çayan dediğiniz kızaklarla kaymak için eşsiz
bir piste dönüşürdü. Çayanlarla kaymak kış günlerinin en eğlenceli oyunuydu.
Mutlu çığlıklarınız beni de neşelendirir, köylülerin buna müsaade ettiğim için
kızmalarına aldırmazdım. Islanan çoraplarınızı kurutmak üzere sınıftaki sobanın
etrafında küçükler iç kısımda olmak üzere çember olurdunuz. Küçüklere Ayfer’le
birlikte yardımcı olmanız, onlara ağabeylik ablalık yapmanız beni çok mutlu
ederdi. Düştüğün günü hatırlarsın. Acının verdiği bir refleks ile bana “Baba!”
diye seslenmiştin. Sonra şaşırmış ve öfkelenmiş bir şekilde kaçtın ve iki gün
okula gelmedin. Evine gittim dersten sonra. Deden yaranı görmüş, önemsenecek
bir şey olmadığını düşünmüş ve işlerine devam etmiş. O günden sonra benden uzak
durdun hep.
Çok değil yaklaşık bir ay sonra da seninle
tekrar bağ kuramadan göçtünüz İstanbul’a. İçimden de bir şeyler koptu. Ağzından
bana bakarak çıkan baba sözcüğü müydü seni benden uzaklaştıran? Babanı
hatırlaman ve bende bir baba sureti görmen miydi? Benim de diğer zamanların
aksine farklı bir tonda oğlum diye seslenmem mi? Belki de rahmetli babana
ihanet ettiğini düşündün. Kim bilir? Bu soruların cevaplarını hiç öğrenemedim.
Bu neden oldu belki de seni takip etmeme. Ama sen hiç bilmedin. Okuldan
ayrılamayışımın ve o köyde kalmamın sebebini yıllar sonra daha iyi anladım. Hem
de öğretmenliği bırakıp memlekete dönmek için kendime sıraladığım onca sebebe
rağmen.
Göreve başladığım ilk aylar çok sıkıntılı günlerdi benim
için. Askerlik sonrası hemen köye gelip göreve başlamıştım. Sadece bir
dershane, yirmi üç çocuk, bir öğretmen. Birleştirilmiş sınıf programı hakkında
bilgim var ancak nasıl uygulayacağım hakkında en küçük fikrim yoktu.
Zorlanıyordum. Daha hiç parmak kaldırmamış, sesini duymadığım çocuklar vardı.
Her akşam kara kara düşünüyordum. Okulun hizmetlisi, öğretmeni, müdürü de
bendim. Haftada bir köyün arabası ile gelen resmi yazıları kaydetmem
gerektiğini nice sonra gelen-giden evrak defterini karıştırırken anladım. Zil
yok, teneffüse ben çıkarıyordum sizi. Bir çeşit öğretmencilik oynuyormuşum gibi
geliyordu bana. Konuşmasını anlamakta güçlük çektiğim insanların arasında,
memleketimden kilometrelerce uzakta, üstelik mesleğimi de layıkıyla yapamadığım
endişeleri içinde, istifa ederek memlekete dönüp baba mesleğine devam etme
planları yapıyordum. Soğuk demirciydi babam. Mesleğinin benimle devam etmesini
istiyordu. Çocuk yetiştirmenin onu ezmekten geçtiğine inanırdı. Bir gün
dostları ile sohbet ederken bir çocuğun ne kadar çok ezilirse evine barkına
daha bağlı olacağını, o kadar atasına itaat edeceğini söylemişti. Geleneksel
Anadolu eğitimiydi babamları büyüten. O da böyle büyütmek istiyordu
çocuklarını. Geleceğini ya okuyarak ya da sanayide çalışarak belirleyen bizim
kuşak için kışın okula gitmek, yazın çalışmak bir hayat terbiyesi idi. Ancak
hayalini kurduğum şey gerçek olmuş ve Anadolu’nun bir köyüne tayinim çıkmıştı.
Sanayiye dönmeye niyetim yoktu ama o dükkân benim için bir çıkış kapısı gibi
görünüyordu artık. Hem belki de baba mesleğinde daha fazla para kazanabilirdim.
Bu düşünceler içinde cebelleşirken bir gün müfettiş Nazım Bey geldi ve hayatıma
bir iz bıraktı.
Hatırlayacağını sanmıyorum: Bir gün öğleye doğru kapı
çalındı. Bir, iki ve üçüncü sınıfları ödevlendirdikten sonra, dört ve beşinci
sınıflarda dönüşümlü olarak haftada bir ders saati işlenen çevre, sağlık,
trafik ve okuma dersinin okuma etkinliğine geçmiştim. Bir öykünün belirlediğim
bir kısmına kadar okuyordum. Kalan kısmını tamamlayarak deftere yazmanızı
isteyecektim. Kapı çalındı. Sınıfa takım elbiseli, yetmişinde ancak gayet dinç
görünen biri girdi. Elinde bastonu ve başında şapkası ile oldukça sevimli bir
dedeye benzeyen bu beyefendi kendini tanıttı. Derhal ayağa kalktım ve ben de
kendimi tanıttım. Dönerek öğrencileri de selamladı ve iyi dersler diledi.
Arkaya boş bir sıraya geçerek derse devam etmemi söyledi. Şapkasını çıkardı.
Kırlaşmış, seyrek, ince telli, arkaya doğru taralı saçları ve mavi gözleri
dikkat çekiciydi. Ellerini sıranın üzerinde kavuşturarak, dersi dinlemeye koyuldu.
Ders bitiminde sizi teneffüse çıkardım. Bakacağı dosyaları getirmek için izin
istedim. Bana onlara sonra bakacağını, karşısına oturmamı ve biraz sohbet etmek
istediğini söyledi. Kaç tane birinci sınıf öğrencisi olduğunu sordu. Ben de üç
tane olduğunu, onlara çizgi temrinleri yaptırdığımı, onlara çalışmalarında
yardımcı olsun diye büyük sınıflardan bir öğrenci görevlendirdiğimi, ikinci
sınıftan bir öğrencinin okuma yazmayı yaz aylarında unutmuş olduğundan onları
da bu çalışmalara dâhil ettiğimi, ancak bir arpa boyu yol alamadığımı, bu
yüzden kendimi yiyip bitirdiğimi, diğer sınıflarda da öğrencilerle istediğim
gibi bir iletişim kuramadığımı, dolayısıyla ders hedeflerine ulaşamadığımı,
burada kendimi çok yalnız hissettiğimi, artık bu mesleğe uygun biri olmadığımı
düşünmeye başladığımı söyledim. Başka şeyler de söyledim ama şimdi
hatırlamıyorum. Kendimi çok dolu hissediyordum. Beni başarısız bulup hakkımda
olumsuz rapor verme ihtimaline filan aldırmıyordum. Beni sessizce dinledi.
Benden önce sakin olmamı ve kendisine bir bardak su getirmemi söyledi. Ona
suyunu getirdiğimde elindeki dosyayı açmış, aldığı bazı notları okuyordu.
Hafızam bana bir oyun oynamıyorsa aşağı yukarı şunları söyledi:
“Çocuk, sen İzmir’de büyümüşsün. Dokuz Eylül Üniversitesi
Buca Eğitim Fakültesi Biyoloji Öğretmenliği bölümünü bitirmişsin. Bu yaşına
kadar hiç köy yüzü görmemişsin. Büyük bir şehirden sonra burada yaşamak zor
geliyordur sana. Asıl dalın biyoloji ama bakanlık köylerde öğretmen açığı
olduğu için seni sınıf öğretmeni olarak değerlendirmiş. Zorlanman gayet normal.
Yüzündeki endişeli ifadeyi bırak çocuk. İki buçuk ayda çok mesafe almışsın
haberin yok. Biraz önce uyuklayan öğrenciyle konuşurken onunla göz seviyesine
gelip, derdini anlamaya çalıştığını gördüm. Bir diğerine ise biraz daha gayret
etmesini söylerken bu soruyu yapabilecek bilgiye sahip olduğunu vurgulayarak
onu bu konuda yüreklendirdin. Sende öğretmen kumaşı var çocuk. Bak bir kendine;
tıraş olmuşsun, ütülü gömlek ve takım elbisenle görevinin başındasın. İnsanlar
ayağa bakar. Ayakkabıların boyalı, kravatın düzgün bağlanmış. Ben sana
baktığımda bir beyefendi görüyorum. İşini önemseyen birini görüyorum. İstifa da
neymiş, bizim senin gibi gençlere ihtiyacımız var. Şimdi öğrencileri içeri al
da ben onlarla bir ders işleyeyim. Bu da senin için örnek ders olsun.”
Açık söyleyeyim şaşkına dönmüştüm. Ne diyeceğimi bilemeden
kalktım, öğrencileri içeri aldım. Arkada boş bir sıraya oturdum ve hayatım için
bir dönüm noktası olabilecek bir gösteri izledim. Müfettiş Nazım Bey benim için
unutulmaz bir ders işledi. Hiç konuşturamadığım Aygül parmak kaldırıyor, söz
istiyor, sınıfın en yaramazı ders dinlemeyen Turgay defterine yazdığı sorunun
cevabını öğretmenine göstermek için can atıyor, davranışları oldukça kontrollü
ve ağırkanlı Hasan yerinde duramıyor soruyu kendisinin bildiğini bağırarak
söylüyordu. Özellikle Nazım Bey şaşırtmıştı beni. Bir çocuk gibiydi tıpkı. Bir
ara bir çocuk şarkısını sağa sola salınarak, hatta birazda küçük çocukların
şarkı söylerken yaptıkları mimikleri taklit ederek öyle bir söyledi ki, sınıf
bir anda bir müzikal bir tiyatroya döndü. Bense şaşkınlıktan afallamış,
gördüklerime ve işittiklerime inanamıyordum. Dersin bittiğini ve teneffüse
çıkmalarını söylediğinde sınıftan “Aaaaaa” diye bir hayal kırıklığı ünlemi
yükseldi. Küçük düşme, utanç gibi karmaşık duygular içindeydim. Benim şaşkın
yüz ifademi görünce gülümsedi ve şunları söyledi:
“Bak çocuk, öğretmenlikte iki temel kural vardır: Bir
öğrencinin seviyesine inmek, iki dersi bir oyun haline getirerek çocuğun
bilgiye ulaşmasını sağlamak. Diğer şeyler üstesinden kolaylıkla gelinebilecek
teferruattır. Zorlandığında komşu köylerdeki öğretmen arkadaşlardan yardım
iste. Şimdi bana müsaade et. Daha gideceğim köyler var.”
Ona daha çok sorularım olduğunu, bir gün kalıp misafirim
olmasını, beni karmakarışık bir kafa ile bırakmamasını söylediysem de ikna
edemedim onu. İstifayı aklımdan çıkarmamı, mücadele için gerekenlere yeterince
sahip olduğumu, bugünkü gördüklerimin de bana yol göstereceğini söyledi ve
geldiği gibi gizemli bir şekilde gitti. Sonra onu hiç görmedim. İkinci dönem
gelen iki müfettiş sıradan bir teftiş yaparak çok da oyalanmadan işlerini
bitirip gittiler. Onlara Müfettiş Nazım Bey’i sorduğumda bu bölgeye yeni
atandıklarını ve onu tanımadıklarını söylediler. Bir bilinmezlikten gelmiş ve
hiçbir kayıt bırakmadan gitmişti. Zaman zaman o günkü yaşadıklarımın bir düş
olduğunu düşünmüşümdür.
Çok zaman geçti aradan. Çalıştığım köylerin, kasabaların,
ilçelerin hepsinin ayrı ayrı güzel anıları var. İtiraf edeyim İsmail, senin
gibi çok öğrencim oldu. Hepsi için bir baba teması kurmaya gayret ettim sende
kaybettiğim fırsatı telafi etmeye çalışarak. İnan bana başını okşadığın çocuğun
sana dönüp içtenlikle gülmesi kadar mutluluk verici bir şey yoktur öğretmenlikte.
Doktorluk da aynıdır. Derman bulan hastalarının dualarından çınlamıyor mu
kulakların? Senin adaşın İsmail Hakkı Tonguç’u bilir misin? İlköğretim Genel
Müdürlüğü görevinde on bir senede yüzlerce köyü bizzat kendi ziyaret etmiştir.
Otuzlu yıllarda onun tasarladığı okullardan yetişen köy öğretmenleri ateş böcekleri gibi köyleri
aydınlattılar. Bilgi alın teriyle, kitaplar çocuklarla buluştu. Umut yeşerdi.
Ben de görevimi yaparken kendimi hep bir köy enstitüsü mezunu gibi
hissetmişimdir. Belki Zekeriya Öğretmen ya da Müfettiş Nazım kadar olamadım ama
yanlış bir meslek seçmediğimi yetişkinliğe adım atmış pek çok öğrencimin bana
dönüşlerinden anlayabiliyorum. Dibine ışık vermeyen mum gibi çevremi
aydınlatmaya çalışırken ne evlenebildim ne de çocuklarım oldu.
Geçenlerde Cafer Bey’le pencere önüne oturmuş kuş seslerini
dinlerken, önümüzdeki muhteşem manzaranın tadını çıkarıyorduk. Sessizliğimizi
bozan Cafer Bey’in “Ne garip duvarda bir İbrahim Çallı peyzajı var, ama biz
pencereden bakıyoruz.” sözleri oldu. Ben de ona Münir Nurettin plaklarına sahip
olduğumuzu ama kuş seslerini dinlemeyi tercih ettiğimizi söyledim. “İşte bir
sanat eseri içinde yaşamak bu olsa gerek. İstanbul’dan niye kaçtım sanıyorsun.”
diye cevap verdi ve dalgın gözlerini yine pencereye çevirdi. Benimse kendime
ait bazı soruları cevaplandırmış gibi içim huzur ile doldu. Bunca sene kendimi
heba ettiğimi düşünüyordum. İdeallerim uğruna Anadolu’nun köylerinde,
kasabalarında çalışarak aslında bir sanat eserinin içinde bir hayat geçirmiştim.
Aile de kuramadım ama benim yüzlerce çocuğum vardı. Bu sanat eserine dönerek
daha mutlu bir hayat sürmek ve seni “Hızır” olarak andıkları Anadolu
hikayelerine yenilerini eklemek istersin diye düşünüyorum.
İsmail, bu kadar kelam yeter sanırım. Belki beni unutmuşsundur.
Ama yok ilk öğretmenler unutulmaz. Suna öğretmenimin ben dördüncü sınıfta
flütle Eskişehir Marşını çalarken gurur dolu bakışlarını hala hatırlıyorum.
Seni takip etmek bana hep bir babalık gururu verdi. Bu bakımdan manevi oğlumun
başarılarını izlemiş olmanın huzuru içindeyim. Sana teşekkür ederim İsmail;
bana başarılı bir oğlun babasına yaşattığı gurur ve mutluluk için. Unutma sen de bir ateş
böceğisin.
Hoşça kal oğlum, görüşmek
üzere.
Mektubu dikkatle katladı ve zarfına koydu. Yanaklarından
süzülen göz yaşlarını sildi. Bir süre sessizce oturdu. Kapının çalındığını bile
fark etmedi. İçeri giren hemşire iyi olup olmadığını sorunca boş gözlerle bakan
İsmail birden ayağa kalktı ve “İyiyim iyiyim. Haydi, başlayalım.” dedi. Ne
zamandır beklediği bir ışıktı bu mektup. Zihnindeki sis perdesi kalkmış,
kendine yeni cevaplar bulmuştu. Öğle arasında başhekimin yanına gidip acil bir
durum için birkaç günlüğüne izin istediğini söyledi. Sonra da uçak biletlerini
ayarladı. Anadolu’nun neresine tayin isteyeceğine ilk öğretmeniyle konuştuktan
sonra karar verecekti.
BİTTİ
İbrahim KARCILILAR - 2019 Denizli