23 Mart 2020 Pazartesi

Bir kısa öykü...

Milli Eğitim Bakanlığının 2019 yılında öğretmenler arasında açtığı Hasan Ali Yücel kısa öykü yarışmasına aşağıdaki öykümle katıldım. Yazmak yaklaşık iki ayımı almıştı. Ciddi manada eser niteliği taşıyan bir şeyler yazmanın ne derece zor olduğunu anlamış oldum. Yorumlarınızı bekliyorum. İyi okumalar.


BİR SANAT ESERİNDE YAŞAMAK 
   Sabaha karşı yine bir kâbus görerek uyandı. Yedi ay önce hemen önünde gerçekleşen trafik kazasında arabadan inip yaralı bir genci kurtarmaya kalkmasaydı ne çaresizce bakan o gözler rüyalarına girecekti ne de aylar süren ağır bir tedavi görmek zorunda kalacaktı. Sağından hızla gelerek en soldaki şeride geçerken kontrolünü yitirip bariyerlere çarptıktan sonra defalarca takla atarak durabilen araçtan fırlayan daha çocuk denecek yaştaki gencin yanına ulaştığında boynundaki atardamar kesiği ve göğsüne saplanmış bariyer parçasından onun birkaç dakika içinde öleceğini anlamıştı. Yüzünü örten kan denizinin ortasındaki gözleri unutamıyordu. Sonrasında, onlara başka bir aracın çarptığını, kendisinin de ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığını ise hiç hatırlamıyordu.
   Yatağında hafifçe yan dönerek masadaki dijital saatin rakamlarını 4.58 olarak okudu. Birkaç saat önce yine bir kâbus ile uyandığında değiştirdiği fanilası terden sırılsıklam olmuştu. Her gece kendini çok yorgun hissetmesine rağmen yatağında huzursuzca dönüp duruyor, uykuya zor dalıyordu. En fazla birkaç saat sonra kan ter içinde tekrar uyanıyor, sabahı zor ediyordu. Eskisi gibi deliksiz uyumayı, sabahları dinç ve huzurlu kalkmayı ne çok özlemişti. Komodinin üzerindeki bardağa uzandı ve kalan suyu bir dikişte bitirdi. Vücudunun çeşitli yerlerinde oluşan kırıklar tedavi edilmiş, yüzünde ve kollarındaki yaralar çoktan iyileşmişti. Ameliyatlardan sonra uygulanan fizik tedaviler de sonuç vermiş, tekrar çalışmaya başlamıştı. Yakında bastona da ihtiyacı kalmayacağını düşünüyordu.
   Ancak ruhundaki yaraların iyileştiğinden emin değildi. O genci kurtaramayacağını bilse de kendisinden yardım isteyen gözlerinin etkisindeydi hâlâ. Kalp kriziyle ölümüne tanık olduğu babasının donuk bakışları, konuştuğu insanların gözlerinde anlam arama takıntısına yol açmıştı. Bu yüzden konuşurken göz teması kurmayan insanlara katlanamazdı. Özellikle hastalarını dinlerken onların gözlerine bakıyor, onların iç dünyasını anlamaya çalışıyordu. Bir insana yardım edebilmenin ancak onun hikayesini öğrenmekten geçtiğine inandığı için onların hastalık dışındaki sorunlarını bile çözmek istiyordu. Taşrada çalıştığı yıllarda hastalarının ona “Hızır” lakabını takmalarına neden olan bu özellikleri özel hayatını ihmal etmesine neden oluyordu. Bu yüzden kaza sonrasında bir gün bile başından ayrılmadan her şeyi ile ilgilenen karısı, kaza nedeniyle geciktirdiği ayrılık kararını söylemek için kendine bakabilecek kadar iyileşmesini bekledi. 
   Kendisi gibi doktor olan eşi Dilek’in ısrarı üzerine İstanbul’a tayin istemişlerdi. İlk günler tadını çıkardıkları İstanbul’un insanı hayatından bezdiren trafiği, insanı çileden çıkaran gürültüsü, hastane yönetiminin doktorlardan daha çok hastaya bakmaya dair beklentisi, İsmail’in tayin konusunda hata yaptığı fikrine kapılmasına sebep olmuştu. Anlaşmazlıkları sadece İsmail’in daha sakin bir şehre gitmek istemesi ve Dilek’in buna karşı çıkması değildi. Eşine göre İsmail çok değişmişti. Taşradayken onun kendini işine adaması ile gurur duyarken, İstanbul’a taşındıktan sonra zaten büyük bir kısmı yollarda geçen zamanın özel hayatına kalan kısmından memnun değildi. Hep hayal ettiği gibi kocasıyla İstanbul’un romantik akşamlarını yaşamak istiyordu. Fakat onun şikayetlerinden, memnuniyetsizliğinden, öfkeli ve ani çıkışlarından, sürekli hayatla kavga eden tutumundan bıkmıştı. Aylardır İsmail’den bir sevgi sözcüğü bile duymamıştı. Dahası artık aralarında bazı şeylerin bittiğini defalarca test etmişti kendince. Ayrılmak en doğrusu olacaktı.
   İsmail ise kendini bir kapanda hissediyordu. Zaten gönülsüz geldiği İstanbul’un hoyrat kalabalığı ona derin bir yalnızlık hissi veriyor, oradan oraya sürüklenen hep bir yerlere geç kalmamak için koşuşturan insanların ifadesiz yüzleri yaşamı katlanabilir olmaktan çıkarıyordu. En kötüsü ise herkesin birbirinden kaçırdığı gözleriydi. Çevresindeki insanlar ilişkilerini derinleştirmekten korkuyor, kendileri ile ilgili herhangi bir şey paylaşmıyorlardı. Ne çok insan vardı bu şehirde; yolda, çarşıda, pazarda, otobüste, vapurda, asansörde bedenleri birbirlerine değecek kadar yakın ama bir o kadar yalnızdılar. Aceleci ayaklar asla kavuşamayacakları mutlulukları kovalıyordu sanki. Karısıyla bir sorunu yoktu ancak bu şehirde mutlu değildi İsmail. 
   Yataktan kalkıp, fanilasını değiştirdi. Kullandığı depresyon ilaçlarının ağzındaki acı tadını alması için dişlerini fırçaladı. Giyindi. Mutfakta bir şeyler atıştırdıktan sonra evden hemen çıktı. Hastaneye erken varırsa bir kahve içecek zaman da bulabilirdi. 
   Hastanedeki odasına girdiğinde kapının altından atılmış zarfları topladı, masanın üstüne bıraktı. Bastonunu ve ceketini astı. Önlüğünü giydi. O sıra elinde kahve fincanı ile içeri giren hemşire, poliklinik saatinin başlamak üzere olduğu söyledi. Kahve için teşekkür edip kahvesini yudumlarken masadaki zarfları karıştırmaya başladı. Banka gönderileri ve broşürlerin arasında farklı biri dikkatini çekti. Bir mektup zarfıydı bu. Üzerindeki ismi hatırlayınca gözleri hayretle açıldı. Ağzından çıkan “İlkokul hocam…” sözlerine hemşire “Efendim.” diye karşılık verince, “İlkokul hocamdan gelmiş. Açıkçası çok şaşırdım.” dedi. İlkokul beşinci sınıftaki öğretmeninden gelmişti mektup. Sadece birkaç ay öğrencisi olabilmişti ama onu iyi hatırlıyordu. Zarfı açtı. İlk birkaç satırı okuduktan sonra hemşireye bir süre yalnız kalmak istediğini, kendisi haber verene dek hasta almamasını söyledi. Çok heyecanlanmıştı. Mektubu bir an önce okumak istiyordu: 
Sevgili İsmail,
   Duydum ki yaklaşık altı ay önce bir trafik kazası geçirmiş, bir süre hastanede yattıktan sonra şimdi evde fizik tedavi görüyormuşsun. Geçmiş olsun. Umarım kısa zamanda sağlığına kavuşursun. Uzun zamandır senden hiç haber alamamıştım. Daha doğrusu iki senedir solunum yetmezliği nedeniyle bir sanatoryumda kalıyorum. Hastalığımın ölümcül olduğunu pek fazla bilen yok. Kemoterapi eziyetine katlanmak istemedim. Beni anlayışla karşılayan doktorumun verdiği ağrı kesiciler ile kalan günlerimi geçirmekteyim. 
   Şehir gürültüsünden uzak, bahçesinde kuşların şarkılar söylediği bu sanatoryumun belki de ömrümün kalan kısmını geçirmek için ne kadar isabetli bir seçim olduğunu anlatamam. Her sabah açılan perdelerin ardından bizi karşılayan bir Gökçebağ tablosunu andıran manzarayı izlerken, sarı ve turuncunun binbir tonuna sahip ağaçların bana nasıl huzur verdiğini bilemezsin. Pencereler de açılınca kuşlarından oluşan bir orkestrayla şenleniyor odamız. Zaman ve mekân algısının kaybolduğu Anadolu’nun bu cennet köşesinin tam da arzu ettiğim gibi beni dingin bir ruh haline soktuğunu itiraf etmeliyim. Bazen doğanın fırça darbeleri ve şarkısı eşliğinde, gerçek dünyadan uzaklaşmış; ağrılardan endişelerden, insan yaşamına dair her türlü sıkıntıdan arınmışlık duygusu içinde kendine artık bu dünyada işinin kalmadığını söyleyiveriyor insan. Bütün bunların yanında zamanımın azaldığını hissediyorum. 
   Kaldığım oda iki kişilik. Ağaçlıklı iki tepenin arasından vadiye bakan muhteşem bir manzaramız ve oda arkadaşım Cafer Bey’le oluşturduğumuz bir kitaplığımız var. Kalabalık bir ailesi olmasına rağmen Cafer Bey’in de pek arayanı soranı yok, benim kadar yalnız sayılır. İstanbullu eski bir sanayici, epey de varlıklı biri. Bir zamanlar sigara bağımlısı olduğundan solunum güçlüğü çektiği için buraya gelmiş. Evinden getirdiği orijinal tablolar ve Türk müziği seçkilerinden oluşan plak koleksiyonu gibi ince zevkleri var. Sakin tabiatlı, hoşsohbet, sanata meraklı ve birikimli bir insan. Günlerimizi pencere önünde oturarak, bazen gücümüz ve nefesimiz elverdiğince sanatoryumun çevresindeki patika yollarda gezip dolaşarak ve bitmek tükenmek bilmeyen anılarımızı birbirimize anlatarak geçiriyoruz.
   Burada bir arkadaşım daha var. Yaşı, yüzünden pek anlaşılmasa da ellisini çoktan geçtiğini tahmin ettiğim, hemşiremiz Sevgi Hanım. Bir köy enstitüsü mezunu olan babasının da öğretmen oluşu yakınlaştırdı bizi. Sen de bilirsin, Anadolu’nun pek çok köyü birbirine benzer; insanları, hayvanları, ağaçları, taşı, toprağı hatta hikâyeleri bile. Sevgi Hanım’ın babası, öğretmenliğe on yedi yaşında başlamış. Atandığı köyün ne okul binası varmış ne doğru dürüst bir yolu. Çok ilkel şartlarda tarım ve hayvancılık yapıyor ve ürettikleriyle ancak karınlarını doyuruyorlarmış. Köylülerle birlikte yıkık bir ahırı yeniden inşa edip okul yapmış. Sadece çocukları değil köylüleri de yetiştirmiş; ekip biçtiklerinden daha çok ürün almayı, kendilerinin ve hayvanların sağlığını nasıl koruyacaklarını öğretmiş. Cenaze defnetmekten baytarlığa kadar birçok şey yapmış. Hatta bir kış gecesi gürültüyle çalmış kapısı. Telaşlı bir köylü acilen eve gelmesini, hanımının doğurmakta olduğunu söylemiş. O sıra komşu köye akrabalarının yanına ziyarete giden ebenin yokluğu neden olmuş çareyi onda aramasına. “Ben ebelik bilmem.” demesine rağmen baytarlık tecrübesini bahane ederek ısrarla bunun da benzer bir şey olduğunu tekrarlayıp duruyormuş köylü. Daha on dokuz yaşında kadın vücudunu sadece anatomi kitaplarında gören Zekeriya öğretmen başarılı bir doğum gerçekleştirmiş. 
   Köylüler sevmiş öğretmeni, bir dediğini iki etmiyorlarmış. Yağmurda, karda çamurdan geçilmeyen yollara taş döşemişler birlikte. Meydana çeşme, dereye köprü yapmışlar. Fakat aralarından biri, köylüleri çok çalıştırıyor, herkese iş buyuruyor diye Ankara’ya şikâyet etmiş. İki müfettiş göndermişler köye. Müfettişler, köy kahvesine oturup önce hâl hatır sormuş, havadan sudan söz etmişler. Sonra öğretmen hakkında hoşlarına gitmeyen sorular sormaya başlayınca köyün muhtarı, “Müfettiş Bey, şu karşıdaki Babadağ’ı görüyor musun?” diye sormuş. Müfettişler önce dağa sonra muhtara bakmışlar. “Öğretmen Bey bize, arkadaşlar, o dağı yıkacağız dese biz bütün köylü toplaşır, o dağı yıkarız.” demiş muhtar. Bunu babası gururla çeşitli kereler dostlarına anlatırken şahit olmuş Sevgi Hanım. Ben de hayatımda sadece bir defa gördüğüm, ilk müfettişim Nazım Bey’in anısına neden bu mesleğe tutunduğumu ve bir metropolden kalkıp da neden Anadolu’nun bir köyüne öğretmenlik yapmak için gittiğimi sana anlatmak istiyorum.
   Daha beşinci sınıftayken kurtuluşu taşı toprağı altın olan İstanbul’a göçmekte gören büyüklerinin kararı ile Kâğıthane’de bir gecekondu evine taşınmıştınız. Muhtemelen Anadolu’dan İstanbul’a göçen herkesi bekleyen birçok zorlukla karşılaştınız. Kim bilir neler yaşadın? Babasız kalmanın acısı ile uğraşırken bir yandan sefalet, bir yandan hayatına dair belirsizlikler o çocuk kalbine ne çok yara açmıştır.  Oturduğunuz semtteki lisede çalışan fakülteden bir arkadaşımdan Hacettepe Tıp Fakültesini kazandığını öğrendim. Ne kadar gurur duydum bilemezsin. Sonrasında seni takip etmek zor olmadı. Hatta bir gün Ankara’ya yolum düştüğünde hastanenin bahçesinde bir bankta oturarak otobüs saatini bekledim; belki seni görürüm diye. Amacıma ulaşamadım ama heyecanı yetti bana. Mezun oldun. Hemen Tokat’ın bir ilçesine atandın. İstanbul’da büyüdün ama çalıştığın yerin çocukluğunun köyü Kocataş’tan hiç farkı olmadığını anlamışsındır. Yoksulluk, cahillik, mahrumiyet senin bildiğin şeyler. Sen çocuk yaştayken kalp krizinden ölen babana yardım edemedin ama o insanlara yirmi sene hizmet verdin. 
   İsmail, sen zor bir çocuktun. Daha o yaşta duygu dünyandaki derin boşluk seni kavgacı, uyumsuz, özellikle oyunlarda kural tanımayan birine dönüştürmüştü. O neşeli, kıvrak zekâlı, özellikle bilime meraklı çocuk gitmiş; yerini öfkesine hâkim olamayan hırçın bir çocuk almıştı. Zamanla öfken duruldu ve belki de bazı şeylerin eksikliğine katlanabilmeyi öğrendin. Tekrar derslere ilgi duymaya başladın. Yine soruları ilk çözen sendin. Ancak yüzündeki neşeli ve afacan çocuk ifadesi gitmişti artık. Küçük yaşta babasız kalan bu öfkeli, zeki ve güzel çocuk, oğlum olsa keşke, dedim hep kendi kendime.
   Niye anlatıyorum bunları? Herkes gibi sen de bir sınavdan geçiyorsun. Ama rehberin yok. Belki de bir baba sesine ihtiyaç duyuyorsundur ne bileyim. Bunca sene seninle iletişim kurmadım ancak gözlerim hep üstündeydi ve şimdi konuşmaya ikimizin de ihtiyacı var. Bir öğretmen ve manevi baba olarak yarım kalan görevimi yerine getirirsem kendimi mutlu hissedeceğim. Tökezlediğini görebiliyorum. Yahya Kemal'in "Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer." dediği, her bir tepesinde ayrı güzellikleri saklayan İstanbul birçoklarını gibi seni de tüketti. Ama senin için hala açık bir kapı var. Tekrar Anadolu’ya dönebilirsin. Mesleğinin ilk günlerindeki gibi mutlu ve anlam kazanmış bir hayat seni bekliyor olabilir. Anadolu insanının içtenliğini, hoşgörüsünü, zaaflarını hatırla İsmail. Onların acıları, sevinçleri, ağlamaları, gülmeleri ne kadar bildiğin şeyler değil mi? Cafer’in sorduğu gibi İstanbul’un taşı toprağı altın mıydı gerçekten? Hemşerilerin birbirini bulduğu semtler geldikleri şehirlerin birer kötü kopyalarına dönüşmüş. Ne kentli olabilmişler ne de taşralı. Bu şehir insanı değiştiriyor ve bundan sen de nasibini aldın. Hiçbir şey eskisi gibi değil. İçindeki vicdanın haykırışını Tokat’ta susturmuştun bir nebze. Her hastayla babanı kurtarır gibi ilgilendin. Her muayenede sanki o yaşıyormuş gibi gururlandırdın onu. Aslında o gururu gizlice ben yaşıyordum. Bir kompozisyon ödevinde “Ben en çok babamı sevdim.” diye yazdığını hatırlıyorum. Okuduğum satırlar ağlatmıştı beni. Çalıştığın o kasabada kendini buldun. Hatta bir hayat arkadaşı da. Sonra ne oldu? Birçokları gibi siz de büyükşehire gidip onun nimetlerinden yararlanmak üzere yirmi seneyi Anadolu’da çalışmak için yeterli görerek tayin istediniz ve büyü bozuldu. 
   Okulu hala hatırlıyorum bunca yıl sonra. Hem de tuhaf bir şekilde ayrıntılı olarak. Ön bahçedeki okulun tek musluğunu, düzgün sıralı bir biçimde dikilmiş komşunun evi ile ön bahçeyi birbirinden ayıran yedi tane çam ağacını, arka bahçedeki sizinle top oynadığımız küçük alanı, etrafında kıkırdayarak ısınmaya çalıştığınız dershanedeki kocaman saç sobayı, bahçe duvarında üzerinde gezinen kertenkeleleri kovalayışlarımızı, duvarlarını beraber ördüğümüz iki göz öğrenci tuvaletini ve daha birçok ayrıntıyı… Okul dağıldıktan sonra hiç şaşmaz saat beşte demlediğim çayımla birlikte okul bahçesindeki masama yerleşip Kurtuluyan vadisi manzarasının tadını çıkararak okurdum ödevlerinizi. Bazen bayram törenlerinde köy meydanında protokolde yerini alan artık çobanlıktan emekli olmuş köyün en yaşlı köpeği Şapal gelir aklıma. Lojmanın kapısında uyuklardı hep. Şoför Ramazan’ın askerde akli dengesini yitiren oğlu Recep de bacaklarının arasındaki sopası ile protokoldeki yerini hiç kaçırmazdı. İlk görev yerimdi orası benim. Tek dershane, küçük bir müdür odası ve lojmandan oluşan o taş binada ben, yirmi üç çocuğa öğretmenlik yapmaya gayret ederken, siz de bana öğretmenliği ve hayatı öğrettiniz. 
   Kış aylarında yoğun yağan kar her yeri kaplar, yer gök bembeyaz olurdu. Bazen hiç rüzgârın olmadığı bir havada her kar tanesinin dans ederek yere inişi ile büyülenir, bembeyaz gökyüzüne bakarak tüm dünyanın ancak görebildiğim kadar kısımdan ibaret olduğu duygusuna kapılırdım. Kar tanelerinin birbirinden farklı olduğuna ilk kez Kocataş köyünde şahit oldum. Okul önündeki yaklaşık elli metrelik yokuş sizin çayan dediğiniz kızaklarla kaymak için eşsiz bir piste dönüşürdü. Çayanlarla kaymak kış günlerinin en eğlenceli oyunuydu. Mutlu çığlıklarınız beni de neşelendirir, köylülerin buna müsaade ettiğim için kızmalarına aldırmazdım. Islanan çoraplarınızı kurutmak üzere sınıftaki sobanın etrafında küçükler iç kısımda olmak üzere çember olurdunuz. Küçüklere Ayfer’le birlikte yardımcı olmanız, onlara ağabeylik ablalık yapmanız beni çok mutlu ederdi. Düştüğün günü hatırlarsın. Acının verdiği bir refleks ile bana “Baba!” diye seslenmiştin. Sonra şaşırmış ve öfkelenmiş bir şekilde kaçtın ve iki gün okula gelmedin. Evine gittim dersten sonra. Deden yaranı görmüş, önemsenecek bir şey olmadığını düşünmüş ve işlerine devam etmiş. O günden sonra benden uzak durdun hep.
   Çok değil yaklaşık bir ay sonra da seninle tekrar bağ kuramadan göçtünüz İstanbul’a. İçimden de bir şeyler koptu. Ağzından bana bakarak çıkan baba sözcüğü müydü seni benden uzaklaştıran? Babanı hatırlaman ve bende bir baba sureti görmen miydi? Benim de diğer zamanların aksine farklı bir tonda oğlum diye seslenmem mi? Belki de rahmetli babana ihanet ettiğini düşündün. Kim bilir? Bu soruların cevaplarını hiç öğrenemedim. Bu neden oldu belki de seni takip etmeme. Ama sen hiç bilmedin. Okuldan ayrılamayışımın ve o köyde kalmamın sebebini yıllar sonra daha iyi anladım. Hem de öğretmenliği bırakıp memlekete dönmek için kendime sıraladığım onca sebebe rağmen.
   Göreve başladığım ilk aylar çok sıkıntılı günlerdi benim için. Askerlik sonrası hemen köye gelip göreve başlamıştım. Sadece bir dershane, yirmi üç çocuk, bir öğretmen. Birleştirilmiş sınıf programı hakkında bilgim var ancak nasıl uygulayacağım hakkında en küçük fikrim yoktu. Zorlanıyordum. Daha hiç parmak kaldırmamış, sesini duymadığım çocuklar vardı. Her akşam kara kara düşünüyordum. Okulun hizmetlisi, öğretmeni, müdürü de bendim. Haftada bir köyün arabası ile gelen resmi yazıları kaydetmem gerektiğini nice sonra gelen-giden evrak defterini karıştırırken anladım. Zil yok, teneffüse ben çıkarıyordum sizi. Bir çeşit öğretmencilik oynuyormuşum gibi geliyordu bana. Konuşmasını anlamakta güçlük çektiğim insanların arasında, memleketimden kilometrelerce uzakta, üstelik mesleğimi de layıkıyla yapamadığım endişeleri içinde, istifa ederek memlekete dönüp baba mesleğine devam etme planları yapıyordum. Soğuk demirciydi babam. Mesleğinin benimle devam etmesini istiyordu. Çocuk yetiştirmenin onu ezmekten geçtiğine inanırdı. Bir gün dostları ile sohbet ederken bir çocuğun ne kadar çok ezilirse evine barkına daha bağlı olacağını, o kadar atasına itaat edeceğini söylemişti. Geleneksel Anadolu eğitimiydi babamları büyüten. O da böyle büyütmek istiyordu çocuklarını. Geleceğini ya okuyarak ya da sanayide çalışarak belirleyen bizim kuşak için kışın okula gitmek, yazın çalışmak bir hayat terbiyesi idi. Ancak hayalini kurduğum şey gerçek olmuş ve Anadolu’nun bir köyüne tayinim çıkmıştı. Sanayiye dönmeye niyetim yoktu ama o dükkân benim için bir çıkış kapısı gibi görünüyordu artık. Hem belki de baba mesleğinde daha fazla para kazanabilirdim. Bu düşünceler içinde cebelleşirken bir gün müfettiş Nazım Bey geldi ve hayatıma bir iz bıraktı. 
   Hatırlayacağını sanmıyorum: Bir gün öğleye doğru kapı çalındı. Bir, iki ve üçüncü sınıfları ödevlendirdikten sonra, dört ve beşinci sınıflarda dönüşümlü olarak haftada bir ders saati işlenen çevre, sağlık, trafik ve okuma dersinin okuma etkinliğine geçmiştim. Bir öykünün belirlediğim bir kısmına kadar okuyordum. Kalan kısmını tamamlayarak deftere yazmanızı isteyecektim. Kapı çalındı. Sınıfa takım elbiseli, yetmişinde ancak gayet dinç görünen biri girdi. Elinde bastonu ve başında şapkası ile oldukça sevimli bir dedeye benzeyen bu beyefendi kendini tanıttı. Derhal ayağa kalktım ve ben de kendimi tanıttım. Dönerek öğrencileri de selamladı ve iyi dersler diledi. Arkaya boş bir sıraya geçerek derse devam etmemi söyledi. Şapkasını çıkardı. Kırlaşmış, seyrek, ince telli, arkaya doğru taralı saçları ve mavi gözleri dikkat çekiciydi. Ellerini sıranın üzerinde kavuşturarak, dersi dinlemeye koyuldu. Ders bitiminde sizi teneffüse çıkardım. Bakacağı dosyaları getirmek için izin istedim. Bana onlara sonra bakacağını, karşısına oturmamı ve biraz sohbet etmek istediğini söyledi. Kaç tane birinci sınıf öğrencisi olduğunu sordu. Ben de üç tane olduğunu, onlara çizgi temrinleri yaptırdığımı, onlara çalışmalarında yardımcı olsun diye büyük sınıflardan bir öğrenci görevlendirdiğimi, ikinci sınıftan bir öğrencinin okuma yazmayı yaz aylarında unutmuş olduğundan onları da bu çalışmalara dâhil ettiğimi, ancak bir arpa boyu yol alamadığımı, bu yüzden kendimi yiyip bitirdiğimi, diğer sınıflarda da öğrencilerle istediğim gibi bir iletişim kuramadığımı, dolayısıyla ders hedeflerine ulaşamadığımı, burada kendimi çok yalnız hissettiğimi, artık bu mesleğe uygun biri olmadığımı düşünmeye başladığımı söyledim. Başka şeyler de söyledim ama şimdi hatırlamıyorum. Kendimi çok dolu hissediyordum. Beni başarısız bulup hakkımda olumsuz rapor verme ihtimaline filan aldırmıyordum. Beni sessizce dinledi. Benden önce sakin olmamı ve kendisine bir bardak su getirmemi söyledi. Ona suyunu getirdiğimde elindeki dosyayı açmış, aldığı bazı notları okuyordu. Hafızam bana bir oyun oynamıyorsa aşağı yukarı şunları söyledi: 
   “Çocuk, sen İzmir’de büyümüşsün. Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Biyoloji Öğretmenliği bölümünü bitirmişsin. Bu yaşına kadar hiç köy yüzü görmemişsin. Büyük bir şehirden sonra burada yaşamak zor geliyordur sana. Asıl dalın biyoloji ama bakanlık köylerde öğretmen açığı olduğu için seni sınıf öğretmeni olarak değerlendirmiş. Zorlanman gayet normal. Yüzündeki endişeli ifadeyi bırak çocuk. İki buçuk ayda çok mesafe almışsın haberin yok. Biraz önce uyuklayan öğrenciyle konuşurken onunla göz seviyesine gelip, derdini anlamaya çalıştığını gördüm. Bir diğerine ise biraz daha gayret etmesini söylerken bu soruyu yapabilecek bilgiye sahip olduğunu vurgulayarak onu bu konuda yüreklendirdin. Sende öğretmen kumaşı var çocuk. Bak bir kendine; tıraş olmuşsun, ütülü gömlek ve takım elbisenle görevinin başındasın. İnsanlar ayağa bakar. Ayakkabıların boyalı, kravatın düzgün bağlanmış. Ben sana baktığımda bir beyefendi görüyorum. İşini önemseyen birini görüyorum. İstifa da neymiş, bizim senin gibi gençlere ihtiyacımız var. Şimdi öğrencileri içeri al da ben onlarla bir ders işleyeyim. Bu da senin için örnek ders olsun.”
   Açık söyleyeyim şaşkına dönmüştüm. Ne diyeceğimi bilemeden kalktım, öğrencileri içeri aldım. Arkada boş bir sıraya oturdum ve hayatım için bir dönüm noktası olabilecek bir gösteri izledim. Müfettiş Nazım Bey benim için unutulmaz bir ders işledi. Hiç konuşturamadığım Aygül parmak kaldırıyor, söz istiyor, sınıfın en yaramazı ders dinlemeyen Turgay defterine yazdığı sorunun cevabını öğretmenine göstermek için can atıyor, davranışları oldukça kontrollü ve ağırkanlı Hasan yerinde duramıyor soruyu kendisinin bildiğini bağırarak söylüyordu. Özellikle Nazım Bey şaşırtmıştı beni. Bir çocuk gibiydi tıpkı. Bir ara bir çocuk şarkısını sağa sola salınarak, hatta birazda küçük çocukların şarkı söylerken yaptıkları mimikleri taklit ederek öyle bir söyledi ki, sınıf bir anda bir müzikal bir tiyatroya döndü. Bense şaşkınlıktan afallamış, gördüklerime ve işittiklerime inanamıyordum. Dersin bittiğini ve teneffüse çıkmalarını söylediğinde sınıftan “Aaaaaa” diye bir hayal kırıklığı ünlemi yükseldi. Küçük düşme, utanç gibi karmaşık duygular içindeydim. Benim şaşkın yüz ifademi görünce gülümsedi ve şunları söyledi:
   “Bak çocuk, öğretmenlikte iki temel kural vardır: Bir öğrencinin seviyesine inmek, iki dersi bir oyun haline getirerek çocuğun bilgiye ulaşmasını sağlamak. Diğer şeyler üstesinden kolaylıkla gelinebilecek teferruattır. Zorlandığında komşu köylerdeki öğretmen arkadaşlardan yardım iste. Şimdi bana müsaade et. Daha gideceğim köyler var.”
   Ona daha çok sorularım olduğunu, bir gün kalıp misafirim olmasını, beni karmakarışık bir kafa ile bırakmamasını söylediysem de ikna edemedim onu. İstifayı aklımdan çıkarmamı, mücadele için gerekenlere yeterince sahip olduğumu, bugünkü gördüklerimin de bana yol göstereceğini söyledi ve geldiği gibi gizemli bir şekilde gitti. Sonra onu hiç görmedim. İkinci dönem gelen iki müfettiş sıradan bir teftiş yaparak çok da oyalanmadan işlerini bitirip gittiler. Onlara Müfettiş Nazım Bey’i sorduğumda bu bölgeye yeni atandıklarını ve onu tanımadıklarını söylediler. Bir bilinmezlikten gelmiş ve hiçbir kayıt bırakmadan gitmişti. Zaman zaman o günkü yaşadıklarımın bir düş olduğunu düşünmüşümdür. 
   Çok zaman geçti aradan. Çalıştığım köylerin, kasabaların, ilçelerin hepsinin ayrı ayrı güzel anıları var. İtiraf edeyim İsmail, senin gibi çok öğrencim oldu. Hepsi için bir baba teması kurmaya gayret ettim sende kaybettiğim fırsatı telafi etmeye çalışarak. İnan bana başını okşadığın çocuğun sana dönüp içtenlikle gülmesi kadar mutluluk verici bir şey yoktur öğretmenlikte. Doktorluk da aynıdır. Derman bulan hastalarının dualarından çınlamıyor mu kulakların? Senin adaşın İsmail Hakkı Tonguç’u bilir misin? İlköğretim Genel Müdürlüğü görevinde on bir senede yüzlerce köyü bizzat kendi ziyaret etmiştir. Otuzlu yıllarda onun tasarladığı okullardan yetişen köy öğretmenleri ateş böcekleri gibi köyleri aydınlattılar. Bilgi alın teriyle, kitaplar çocuklarla buluştu. Umut yeşerdi. Ben de görevimi yaparken kendimi hep bir köy enstitüsü mezunu gibi hissetmişimdir. Belki Zekeriya Öğretmen ya da Müfettiş Nazım kadar olamadım ama yanlış bir meslek seçmediğimi yetişkinliğe adım atmış pek çok öğrencimin bana dönüşlerinden anlayabiliyorum. Dibine ışık vermeyen mum gibi çevremi aydınlatmaya çalışırken ne evlenebildim ne de çocuklarım oldu. 
   Geçenlerde Cafer Bey’le pencere önüne oturmuş kuş seslerini dinlerken, önümüzdeki muhteşem manzaranın tadını çıkarıyorduk. Sessizliğimizi bozan Cafer Bey’in “Ne garip duvarda bir İbrahim Çallı peyzajı var, ama biz pencereden bakıyoruz.” sözleri oldu. Ben de ona Münir Nurettin plaklarına sahip olduğumuzu ama kuş seslerini dinlemeyi tercih ettiğimizi söyledim. “İşte bir sanat eseri içinde yaşamak bu olsa gerek. İstanbul’dan niye kaçtım sanıyorsun.” diye cevap verdi ve dalgın gözlerini yine pencereye çevirdi. Benimse kendime ait bazı soruları cevaplandırmış gibi içim huzur ile doldu. Bunca sene kendimi heba ettiğimi düşünüyordum. İdeallerim uğruna Anadolu’nun köylerinde, kasabalarında çalışarak aslında bir sanat eserinin içinde bir hayat geçirmiştim. Aile de kuramadım ama benim yüzlerce çocuğum vardı. Bu sanat eserine dönerek daha mutlu bir hayat sürmek ve seni “Hızır” olarak andıkları Anadolu hikayelerine yenilerini eklemek istersin diye düşünüyorum. 
   İsmail, bu kadar kelam yeter sanırım. Belki beni unutmuşsundur. Ama yok ilk öğretmenler unutulmaz. Suna öğretmenimin ben dördüncü sınıfta flütle Eskişehir Marşını çalarken gurur dolu bakışlarını hala hatırlıyorum. Seni takip etmek bana hep bir babalık gururu verdi. Bu bakımdan manevi oğlumun başarılarını izlemiş olmanın huzuru içindeyim. Sana teşekkür ederim İsmail; bana başarılı bir oğlun babasına yaşattığı gurur ve mutluluk için. Unutma sen de bir ateş böceğisin. 
       Hoşça kal oğlum, görüşmek üzere. 
   Mektubu dikkatle katladı ve zarfına koydu. Yanaklarından süzülen göz yaşlarını sildi. Bir süre sessizce oturdu. Kapının çalındığını bile fark etmedi. İçeri giren hemşire iyi olup olmadığını sorunca boş gözlerle bakan İsmail birden ayağa kalktı ve “İyiyim iyiyim. Haydi, başlayalım.” dedi. Ne zamandır beklediği bir ışıktı bu mektup. Zihnindeki sis perdesi kalkmış, kendine yeni cevaplar bulmuştu. Öğle arasında başhekimin yanına gidip acil bir durum için birkaç günlüğüne izin istediğini söyledi. Sonra da uçak biletlerini ayarladı. Anadolu’nun neresine tayin isteyeceğine ilk öğretmeniyle konuştuktan sonra karar verecekti.
    BİTTİ

İbrahim KARCILILAR - 2019 Denizli

YİTİK RUH

YİTİK RUH "İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cüm...